Reformcu Musa Carullah'ın Kaza Kader bilgisi

Musa Beykiyef: (Mü’min; hayrın da, şerrin de, cenâb-ı Hak tarafından ezelde takdîr edildiğine inanır. Biz kuluz. Kulun elinden birşey gelmez. Herşeyi yapan Allahdır. Kul, kaderi değişdiremez. Meselâ, rızk ezelde ayrılmışdır. Ne yapsak, bunu değişdiremeyiz. Ortada bir tehlüke var. Allah isterse, bu tehlüke bize dokunur, istemezse dokunmaz. Mü’min için Allaha tevekkülden başka çâre yokdur) diyor. Böylece islâmiyyetin temel inançlarını sarsmak istiyor.

Cevâb: Bu inanışların hepsi doğrudur. Tevekkülü ve kazâ ve kaderi yanlış anlayan câhiller gibi, reformcu da, bunları anlayamamış, dahâ doğrusu, kazâ ve kader bilgisini bozmağa çalışmakdadır. Şu kadar var ki, müslimânlar yanlış anlasa da, beğeniyorlar. Reformcu ise, beğenmemekdedir. Müslimânlar, böyle inandığı için tenbel oluyor denirse, ibâdetlerinde de tenbel olmaları lâzım gelir. Çünki, insanın elinden hiçbirşey gelmediğine inandığı için tenbel olan kimse, dünyâ işinde tenbel olduğu gibi, âhıret vazîfelerinde de tenbel olur. Müslimânlık insanın dünyâ işlerinde elini, kolunu, ihtiyârını ve irâdesini bağlı tutuyorsa, âhıret işlerinde de bağlı tutar. Böyle inanan kimselerin nemâzlarına, oruclarına varıncaya kadar bütün ibâdetlerinde tenbellik etdiklerine de reformcular inanıyor mu? İnanıyorlarsa, niçin biraz da bu tenbellikden şikâyet etmiyorlar? Bu tenbelliği ağızlarına, kalemlerine almamaları, müslimânların âhıret işlerinde, kazâ ve kadere inanmadıkları için mi, yoksa reformcuların o tarafa ehemmiyyet vermedikleri için midir? Hepimiz biliyoruz ki şimdiki müslimânlar, dînî vazîfeleri yapmakda da, tenbel olmuşlardır. Bu tenbellikleri de, dîni sevdikleri için olmaz ya! Müslimânlarda dîne bağlılık kuvvetli olsa idi, dînî vazîfelerinde, ibâdetlerinde gevşek davranmazlardı. Bu tenbellik müslimânlara nereden gelmiş? İyi incelenirse, canımızın kıymetli ve istirâhatın tatlı görünmesinden, ya’nî nefse uymakdan ileri geldiği anlaşılır. Câhillik de, buna eklenmiş. Cennetdeki kıymetli hayâtlara ve devâmlı istirâhatlara kavuşmak için, çalışmak ve fedâkârlık lâzım olduğunu anlamağa da cehâletimiz mâni’ olmuş. O hâlde, dîn-i islâmın yüksek ve kıymetli hakîkatlerini, bu tenbelliğe sebeb göstermek, çok haksız ve yersiz bir iftirâ olur. Hele tabasbus, riyâkârlık, yaltakçılık ve yalancılık gibi kötülükleri kazâ ve kadere yükletmek, çok çirkin bir iftirâdır. Bu kötülükler, menfe’atden, ya’nî dîni bırakıp, dünyâya sarılmakdan, dînin ahlâk kâidelerinden sıyrılmakdan ileri gelmekdedir. Kısaca, ahlâksızlıkların başı, dinsizlik ve câhillikdir.

Allaha tevekkül eden ve kadere inanan kimse, yaltakçılığa ve yalancılığa tenezzül etmiyeceği gibi, kaderde olmıyan menfe’atlerin bu yollardan elde edilemiyeceğine de, inanır. Fâidenin ve zararın Allahdan geleceğine inanan kimse, kullara boyun eğer mi? Kimseye yaltakçılık yapar mı? Hâlbuki kazâ ve kadere inanmayıp, yalnız sebeblere yapışanlar ve bunların gayr-i meşrû’ ve kötü olanlarına da sarılanlar, o derekelere inerler. (Müslimânları ahlâksızlaşdıran şey, tevekkül ve kadere îmân değilse de, bunları yanlış anlamak değil midir?) süâli de yersizdir. Fenâlıklar, ahlâksızlıklar, tevekküle ve kadere îmânın herhangibir şeklde anlaşılmasından hâsıl olamaz. Çünki, kazâ ve kadere îmân ve bu kötülükler birbirinin zıddıdır. Aralarında hiçbir bağlılık yokdur. Tevekkül ve kader bilgilerinin yanlış anlaşılması bile, bu kötülüklere sebeb olmaz. Bu fenâlıkları, ahlâksızlıkları, tevekkülün ve kadere îmânın yokluğunda aramak lâzım iken, bunlar arasında herhangi bir yoldan bağlılık arayan ağızlara ve kalemlere yazıklar olsun! Müslimânların hastalıklarını böyle tersine mi teşhis ediyorlar? Kötü isteklere kavuşmak isteyen yaltakcıların, yalancıların tevekkülünden, kadere îmânından şikâyet etmemeli, onlara tevekkül ve kadere îmân tavsıye etmelidir. Bakınız Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz hadîs-i şerîfde ne buyuruyor:

(Allahdan korkun da, istediğiniz şeylere kavuşmak için, iyi sebeblere yapışın. Kötü sebeblere yanaşmayın! Kudretinde ve irâdesinde bulunduğum Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hiçbir kimse, ezelde ayrılmış olan rızkını temâm almadıkça, dünyâdan âhırete gitmez.)

İslâm düşmânlarının ağızlarında sakız gibi çiğnedikleri sözlerden biri de: (Âlimler, milleti para kazanmağa teşvîk etmiyorlar. Dünyânın fânîliğini söyliyerek, müslimânları yaşamakdan soğutuyorlar) demeleridir. Hâlbuki, din âlimlerinin vazîfesi, müslimânlara, anadan doğar doğmaz meme aradıkları gibi, sevk-i tabî’î, içgüdüleri ile bilecekleri, anlayacakları ihtiyâçlarını, menfe’atlerini, kısacası tabî’î vazîfelerini öğretmek değildir. Para kazan, aç kalma, karnını doyur, lokmayı ağzına koy, yorulunca dinlen... gibi nasîhatları insanlara değil, hayvanlara bile bildirmeğe lüzûm yokdur. Din âlimlerinin vazîfesi dünyâ menfe’atlerini elde ederken, âhıreti unutmamak, hak ve adâleti gözetmek, nefse uymamak ve çalışırken, Allaha güvenmek, gevşeklik yapmamak, böylece kendi kuvvetine ma’nevî bir kuvvet de eklemek gibi fâideli ve ışıklı yolları insanlara göstermekdir.

Süâl: Müslimânlar kazâ ve kaderi ve tevekkülü yanlış anlayarak tenbel olmuşlar, sonra ahlâkları da bozulmuş. Böylece fenâlıklara sürüklenmişler değil mi?

Cevâb: Bu söz doğru olabilir. Müslimânlarda yaltakcılık ve yalancılık gibi hâllerin hâsıl olması, kazâ ve kaderi ve tevekkülü büsbütün unutmalarına sebeb olur. Artık bunların yanlış anlayışlarını düzeltmek değil de, bunlara yeniden inandırmak lâzım olur. Böyle yapmayıp da, kader ve tevekkül kötülenirse, bunlardan büsbütün soğutulmuş olurlar. Kazâ ve kaderi ve tevekkülü kötülememeli, tenbellerin fenâ hareketlerini kötülemelidir.

Tevekkül, müslimânlarda bir za’f değil, bir kuvvetdir. Müslimânlar, dînimiz emr etdiği için tevekkül ediyor. Tevekkülü emr eden islâmiyyet, tenbelliği men’ etmekdedir. (Allah yolunda, ya’nî doğru yolda mücâhede ediniz!) ve (Yükü en büyük olan insan, mü’mindir ki, hem dünyâsını, hem de âhiretini düşünmekde ve ikisi için de çalışmakdadır.) meâlindeki âyet-i kerîmeler ve (Allahü teâlâ aczi, gevşekliği ma’zur görmez. Aklını ve zekânı kullanmalısın! İşin ehemmiyyeti seni mağlûb edecek gibi olsa bile, Allahın yardımı bana yeter diyerek çalışmağa devâm etmelisin!) hadîs-i şerîfi buna şâhiddir. (Deveni bağla ve cenâb-ı Hakka tevekkül et!) hadîs-i şerîfi, hem tevekkül etmek, hem de çalışmak lâzım olduğunu açıkça bildiriyor. Ya’nî, tevekkül, Allahdan yardım bekliyerek, güçlükleri yenmek demekdir. Yoksa masonların dediği gibi, güçlükleri terk etmek değildir. İslâm âlimleri islâmiyyetin bu emrlerini, her asrda, her memleketde söylemişler ve kitâblarında yazmışlardır.

Tevekkül, iş yapmayıp tenbel olmak için değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi başarmak için tevekkül olunur. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için tevekkül olunur. (Bir işe başladığın zemân, Allahü teâlâya tevekkül et, Ona güven!) meâlindeki âyet-i kerîme, bu sözümüzü isbât etmekdedir. Bu âyet-i kerîme, tevekkül ile berâber, yalnız çalışmak değil, çalışmanın üstünde olan azm de lâzım olduğunu gösteriyor. Demek ki, her müslimân çalışacak, azm edecek, sonra da Allahü teâlâya güvenecekdir.

Dinde reformcular, insan nefsine güvenmelidir, diyor. Müslimânlar ise, insan yalnız Allaha güvenmelidir diyor. İslâm düşmanları, tevekküle inanmadıklarından, tevekkülden alınan kuvvet ve cesâretin yerini boş bırakmamak için, nefse güvenmek kelimesi ile bu ihtiyâcı karşılamak zorunda kalıyorlar. Görülüyor ki, tevekkül, müslimânlar için lüzûmsuz birşey değildir. Tevekkül edilecek, güvenilecek birşey lâzımdır.

Kaynak: Faideli Bilgiler Sayfa 224-226