Kelâm İlmi

Din ilimlerinden îmân ve îtikat bilgilerini geniş olarak anlatan ilim. Kelâm lügâtte, ağızdan çıkan söze denir. Arapçada (Nahiv ilminde) kelâm, mânâ ifâde eden söz demektir. Kelâmın terim mânâsı ise, Kelime-i şehâdet ve buna bağlı olan îmânın altı şartını öğreten ve mahlûkatın, varlıkların mebde ve meâd bakımlarından, yâni kâinâtın nasıl ve nereden vücuda geldiğinden, kimin yarattığından, yaratılış hikmetlerinden, sonunda olacaklardan, ölüm ve ötesinden bahseden ilimdir. Matematik, fizik, kimyâ gibi tecrübî ilimler ise, kâinâttaki varlıkların sâdece hissedilebilen, deney ve gözlem, yapılabilen durumlarından bahseder. Bu bakımdan kelâm ilmi ile tecrübî ilimlerin sâhaları birbirinden ayrıdır. Onun için tecrübî ilim ölçüleriyle, kelâm ilmi sâhasında hüküm verilemez. Kelâm ilmi gibi Allahü teâlâdan, kâinâtın yaratılışından ve sonunda ne olacağından, ölüm sonrasından felsefe de bahseder. Ancak felsefe sâdece, aklı esas ölçü alır. Filozof, sözünün dînin esaslarına uyup uymadığına bakmaz. Bu yüzden kelâm ilmi ile felsefe birbirinden ayrılır. Çünkü kelâm ilmi vahyi (Allahü teâlânın bildirdiklerini) esas alır. Aklı ise; anlama, anlatma, îzâh ve isbât husûsunda bir âlet ve vâsıta olarak görür.

Kelâm kitaplarında bu ilme niçin kelâm dendiğine dâir başka sebepler de zikredilmiştir. Yine, bu ilme, îmânın altı şartından bahsetmesi bakımından “ilm-i usûl-i din” ve “akâid ilmi” dendiği gibi Allahü teâlânın zât ve sıfatları en meşhur ve mühim mevzû olduğu için de “ilm-üt tevhîd ves-sıfât” da denilmiştir.

Bir de usûl-i kelâm ilmi vardır. Bu ilim ise, kelâm ilminin, yâni îmân ve îtikâd bilgilerinin âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğretir. Kelâm âlimleri, usûl-i kelâm ile kelâm bilgilerini birlikte yazmayı âdet etmişlerdir. Onun için bu iki ilim yalnız kelâm ilmi sanılmıştır.

Kelâm (akâid) ilmi, Asr-ı seâdetten îtibâren muhtelif sahalar geçirmiştir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem hayattayken, diğer İslâmî ilimler gibi akâid ilmi de tedvîn edilmemiş, derlenip toplanmamıştı. Çünkü, Eshâb-ı kirâm, Peygamber efendimizin sohbetinde yetişmişlerdi. Bir müşkilleri olunca, Resûlullah’a arz edip cevâbını öğrenirlerdi. Bu sebeple Eshâb-ı kirâm arasında akâid konusunda hiç ayrılık olmadı.

Müslümanların îtikatlarındaki bu birliği bozmak isteyen İslâm düşmanları boş durmadı. Abdullah bin Sebe’ ismindeki Yemenli bir Yahûdî, Müslümanlar arasında ilk fitneyi çıkardı. Hazret-i Osman’ın şehîd edilmesinden sonra Cemel ve Sıffîn muhârebelerinin meydana gelmesine sebeb oldu. Bozuk bir çığır açtı.

Bu arada yapılan fetihler sebebiyle, Müslümanların hâkimiyetine giren yerlerde, farklı inanıştaki kimseler, önceki bozuk inanışları ve fikirleri ortaya çıkardılar. Müslümanların îtikatlarını bozmaya, zihinlerini karıştırmaya başladılar. Daha sonra Kaderiyye, Mu’tezile ve diğer bid’at fırkaları ortaya çıktı (Bkz. Bid’at Fırkaları). Peygamber efendimiz ümmetinin böyle fırkalara ayrılacağını haber vererek;

“Benî İsrâil, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem’e gidip ancak bir fırka kurtulmuştur. Nasârâ da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehennem’e gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem’e gidip, yalnız bir fırka kurtulur.” buyurdu. Eshâb-ı kirâm bu bir fırkanın kimler olduğunu sordukta; “Cehennem’den kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir.” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfin dört meşhur sünen (hadîs-i şerîf) kitabında bulunduğu El-Milel ven-Nihal’de yazılıdır. O kurtulan fırka; Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin ve Eshâbının yoluna sarılan Ehl-i sünnet ve cemaâat fırkasıdır. Yetmiş iki bid’at fırkasının aslı dokuzdur. Bunlar: Şîa, Mu’tezile, Havâric, Cehmiyye, Mürcie, Neccâriyye, Dırâriyye, Kilâbiyye ve Müşebbihedir. Kollarıyla birlikte yetmiş iki fırka oldular.

Dört büyük halîfe devrinden sonra, Müslümanlar arasında karışıklık çıkarmak isteyen bâzı münâfıklar ve İslâm dîninin kısa zamânda Asya, Afrika ve Anadolu’ya yayılması karşısında korku ve telâşa kapılan Yahûdî, Hıristiyan ve öteki bâtıl inançların mensupları; İslâmiyeti söndürmek, Müslümanların birliğini dağıtmak için çeşitli vâsıtalarla onların îtikatlarını bozmaya, îmânlarını parçalamaya çalıştılar.

Bu arada bid’at fırkalarının ortaya çıkardıkları yanlış fikirler, Müslümanların îtikatlarını bozmada ve onları parçalamada, bunlara yardımcı oldu. Ayrıca yeni Müslüman olan bâzı kavimlerin İslâm dînine eski inanç ve ibâdetlerinden bâzı şeyleri katmaya kalkmaları; pekçok saf Müslümanın îtikat ve ibâdetlerinde, sapıklıklara bozukluklara yol açtı. Bütün bunlarla birlikte bir de siyâsî ve şahsî arzuları için, böyle kimselerle iş birliği yapanların faaliyeti netîcesinde, pekçok kimse şaşkına döndü. Ne yapacağını, kime inanacağını bilemedi.

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, doğru yolda bulunmak, İslâm dînini bizzat Peygamber efendimizin ve Eshâbının anlattığı gibi öğrenmek, inanmak ve yaşamak isteyenler için fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırıp, usûller, metodlar koyduğu gibi; Resûlullah efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine öğretti. Bu sebeple Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu kabul edildi. İmâm-ı A’zam’ın bu hususta ilk yazdığı kitabın ismi “El-Fıkh-ul-Ekber’dir.

Kendisinden sonra, talebesinden ilm-i kelâm, yâni îmân bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan talebesi İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin yetiştirdiklerinden, Ebû Bekr-i Cürcânî dünyâca meşhur oldu. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı İyâd, kelâm ilminde, Ebû Mansûr-ı Mâtürîdî’yi yetiştirdi. Ebû Mansûr, İmâm-ı A’zam’dan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı. 944 (H. 333) senesinde Semerkand’da vefât etti.

İmâm-ı Eş’arî de, İmâm-ı Şâfiî’nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. Bu iki büyük imâm; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini açıklayıp, kısımlara böldüler ve herkesin anlayabileceği bir şekilde yaydılar. Eş’arî ve Mâtürîdî, hocalarının müşterek mezhebi olan Ehl-i sünnet ve cemaâtten dışarı çıkmamışlardır.

Hicrî üçüncü asırda, Yunan felsefesinin Arapçaya tercümesi netîcesinde; Ya’kûb bin İshak el-Kindî (v. 866/252) ve bilâhare Fârâbî (v. 950/339) ve İbn-i Sînâ (v. 1037/429) gibi filozoflar ortaya çıktı. Bunlar, îmân ve îtikat mevzûlarında sırf akla dayanarak sapık ve bozuk görüşler beyân ettiler. Hattâ îmânlarının esâsını, felsefe üzerine kurdular.

Bunun üzerine bilhassa İmâm-ı Gazâlî (v. 1111) Fahreddîn-i Râzî (v. 1209) ve Kâdı Beydâvî (v. 1285) (rahmetullâhi aleyhim) bid’at fırkalarına ve bozuk kimselere karşı Ehl-i sünneti müdâfaa ederken ve onların sapık fikirlerini çürütürken, felsefecilere de geniş cevaplar verdiler. Bu cevapları ile, Ehl-i sünnet itikâdına felsefenin karıştırılmasına mâni oldular. Kelâm ilmini, ona karıştırılmaya çalışılan felsefî düşüncelerden temizlediler. İmâm-ı Gazâlî’ye kadar gelen kelâm âlimlerine “mütekaddimîn” (öncekiler) ondan îtibâren gelenlere ise “müteahhirîn” (sonra gelenler) denildi.

İmâm-ı Gazâlî, Müslümanların îtikatlarını sapık fikirleri ile bozmaya çalışan felsefecilerin bozukluğunu ortaya koyabilmek için Rumcayı öğrendi. Lâtin ve Yunan filozofların kitaplarını Rumca aslından üç sene titizlikle inceledi. Bu araştırmaları netîcesinde, felsefecilerin maksatlarını açıklayan Mekâsıd-ül-Felâsife isimli eserini, sonra felsefecilerin görüşlerini reddeden Tehâfüt-ül-Felâsife’sini yazdı.

İslâm âlimleri, felsefecilere cevap verirken de Yunan ve Roma felsefe ve hukûkunu, çok ince ve kuvvetli bilgileri ile çürütüp, bozukluğunu ortaya koydular. Onların hukûk, ahlâk ve tıp üzerindeki sözlerinden doğru olanlarının daha önce gelmiş peygamberlerin kitaplarından çalma olduğunu bildirirler.

İslâm âlimlerinin. Müslümanların îtikatlarının bozulmasını önlemek, felsefenin bozukluğunu ortaya koymak için felsefeyle meşgul olmasına bakarak onlara filozof denmez. Çünkü filozof, yâni felsefeci, yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimsedir. Kelâm âlimleri ise aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği yanıldığı yerlerde Kur’ân-ı kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlardır. O hâlde, İslâm felsefesi yoktur. Felsefenin üstünde olan İslâm ilimleri ve felsefecilerin üstünde olan İslâm âlimleri vardır. Ehl-i sünnet âlimleri Kur’ân-ı kerîm’e ve hadîs-i şerîflere uydular. Aklı, bu iki temel kaynağa bağladılar.

Eski Yunan felsefecileri gibi yapmadılar. Felsefeciler, akıl eren şeylere inanıp, akıllarının ermediklerine yâni anlayamadıklarına inanmadılar. Akıl hüccettir. Fakat tam hüccet değildir. Gönderilen peygamberlere (aleyhimüsselâm) uymakla tam hüccet olmuştur. Fakat felsefeciler bu inceliği anlayamadılar. (Bkz. Felsefe)

Hicrî 4. asırda Ehl-i sünnetten ayrılıp kendilerine selefî adını veren bâzı kimseler, müteşâbih nassların (mânâsı kapalı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin) sırf zâhirine, konuşma dilindeki mânâlarına yapışarak kendi akıllarına göre yanlış mânâlar verdiler. Bu sebeple teşbih ve tecsim (Allahü teâlâyı mahlûkuna benzetme) gibi bozuk bir inanışın içerisine düştüler. Sözlerine inandırabilmek için de Selef-i sâlîhin yolunda olduklarını söyleyerek, kendilerine “Selefiyyûn, Selefiyyeciler” adını verdiler.

Hanbelî mezhebinde olan Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî ve başka âlimler, Selefiyyecilerin, Selef-i sâlihînin yolunda olmadıklarını, bid’at ehli mücessime fırkasından olduklarını bildirerek bu fitnenin yayılmasını önlediler. Hicrî 7. asırda İbn-i Teymiyye (v. 1328/728) bu fitneyi tekrar alevlendirdi (Bkz. İbn-i Teymiyye). İbn-i Teymiyye’nin talebesi olan İbn-i Kayyım el-Cezviyye (v. 1350) hocasının sapık yolunu devâm ettirdi. Hicrî 12. asırda selefîlik fitnesi, Muhammed bin Abdülvehhâb tarafından tekrar ortaya çıkarıldı. Onun ve İbn-i Teymiyye’nin yolundakiler tarafından devâm ettirildi.

Selefîler, Selef-i sâlihînin yolunda olmadıkları gibi, onlara tâbi olmuş da değillerdi. Selef-i sâlihînin yolunda gidenler, onlardan sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleriydi. Ancak Selef-i sâlîhin îmân ve îtikat bilgilerini icmâlî (kısaca); sonra gelen halef-i sâdıkîn denilen Ehl-i sünnet âlimleri ise tafsîlî (açık ve geniş) olarak bildirdiler.

Ehl-i sünnet ve’l-cemâat âlimlerinin bildirdikleri îtîkâdı öğrenmek, bunları akıl ve nakil ile ispat edip sapıklara, dinsizlere anlatacak kadar okumak farz-ı ayn’dır. Bundan fazlasını öğrenmek, ancak din âlimlerine lâzımdır. Başkalarına câiz değildir. Fazla öğrenmek farz-ı kifâye ise de, bunu ancak Allah rızâsı için çalışan, zekî din adamının öğrenmesi câizdir. Bunlardan başkaları öğrenirse bâtıl ve yanlış yollara kayar. O kimse için zararlı olabilir. Sonunda böyle kimselerde İslâma karşı soğukluk ve düşmanlık hâsıl olup, İslâm düşmanı olabilirler. Kelâm ilmine dâir Akâid-i Adûdiyye, Şerh-i Mevâkıf, Kitâb-üt-Tevhîd (İmâm-ı Mâtürîdî’nin eseridir). Cevâhir-ül-Kelâm, Tevâli-ül-Envâr, Mekâsid-üt-Tâlibîn ve Şerh-ül-Mekâsid, Akâid-i Nesefiyye, El-Kavl-ül-Fasl (Bu eser İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin El-Fıkh-ul-Ekber kitabının şerhidir.), Emâlî, El-Müsâyere gibi kıymetli eserler yazılmıştır.