Siracüddin Mahmud Urmevi

 

Kelâm, mantık, usûl ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi, Ebü’s-Senâ olup ismi, Mahmûd bin Ebî Bekr bin Hamid bin Ahmed’dir. 594 (m. 1198) yılında Azerbaycan’da Urmiye şehrinde doğdu. Doğum yerine nisbetle Urmevî denildi. Tenûhî ve Dımeşkî nisbet edildi. Sirâcüddîn lakabı verildi. 682 (m. 1283) yılında Konya’da vefât etti.

Memleketinde ve yakın çevresinde ilk tahsilini tamamlayan Sirâcüddîn Ebü’s-Senâ Urmevî, Musul’da Kemâlüddîn bin Ali’den ilim öğrendi. Bir müddet Şam’da ikâmet etti. Daha sonra Konya’ya gitti. Konya’da Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmi, Sadreddîn-i Konevî gibi büyük âlimlerle sohbet etti. İlk önce Konya kadılığına, daha sonra da Kâdı’l-kudâtlığa tayin edildi. 652 (m. 1254) senesinde Konya’deki meşhûr Karatay Medresesi’ni yaptıran Celâleddîn Karatay’ın vakıflarının vakfiyesini, 678 (m. 1279) yılında Sâhib Atâ Fahreddîn Ali’nin çok sayıdaki vakıflarını ihtivâ eden vakfiyesini, Kâdıl-kudât sıfatiyle kaleme alıp tasdik etti. Bilhassa Konya’nın Karamanoğulları tarafından kuşatılması esnasında, şehrin müdâfaa edilmesine dâir verdiği fetvâ ile halkın birlik olup şehri müdâfaa etmesine vesîle oldu.

Birçok talebe yetiştirip, insanlara ilim öğreten Sirâcüddîn Urmevî’nin talebeleri arasında, Safiyüddîn Muhammed bin Abdürrahîm Urmevî gibi meşhûr âlimler de vardı.

Pekçok eserin müellifi olan Ebü’s-Senâ Sirâcüddîn Urmevî’nin eserlerinden bazıları şunlardır: “Et-Tahsîlü Muhtasar-ı Mahsûl”, “Lübâb-ül-Erba’în fî usûl-iddîn li-Fahreddîn-i Râzi”, “Şerh-ül-Vecîz-lü-Gazâl”, “Muhtasar-ı Şerh-is-sünne lil-Begavî”, “Metâli-ül-envâr” ve “Beyân-ül-Hak”.

Anadolu Selçuklu Devleti’nin Kâdıl-kudâtı olan Sirâcüddîn Ebü’s-Senâ Mahmûd Urmevî tarafından kaleme alınan, Sivas’ta Sâhib Atâ tarafından yaptırılan Gök Medrese’nin vakfiyesinin giriş kısmı şöyledir: Hamd ve sena cenâb-ı Hakka mahsûstur. Allahü teâlâ, insanoğlunu imâna götüren, akıl ve vuzûha sevkeden ilim ile diğer mahlûkât üzerine üstün ve şerefli kıldı. Onlar da, âlemdeki nefsleri, ufuklardaki sağlam kılınan gerçekleri müşâhede ettiler. Hayy ve Kayyûm olan Allahü teâlâyı maddelere benzetmekten ve zamanla münâsebetten takdis ve tenzih ettiler. Bu sebeple rûhları irfan nûrları ile parlaklık kazandı. Şüphe korkusundan kurtulup, îmân ve inanç rahatlığına erdiler. Allahü teâlâdan başka hakîki ma’bûd olmadığına, O’nun bir olduğuna, ortağı, benzeri ve yardımcısı olmadığına inanır, Muhammed aleyhisselâmın, O’nun Cennet ni’metleri ile müjdeleyen ve Cehennem azâbı ile korkutan, kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ederim. Cenâb-ı Hak O’na, Ehl-i beyt ve Eshâbına ve halifelerine salât ile selâm buyursun.

Unutulmamalıdır ki: Dünyâ zevâle makrûn bir cevlângâh, ya’nî, kısa bir zaman için uğranılacak bir yerdir. Onu sevmek, vahim ve korkunç bir azaptan ve büyük tehlikeye düşmekten başka birşey değildir. Cenâb-ı Hak, va’dinde durmayanı, tehdidini yerine getirerek mahveder. Cenab-ı Hak, dünyâyı geçici bir hayat için yaratmış olup, ebedî bir karargah değildir. Bu dünyâ, sermâyesi ancak farz olan ibâdetler, yapılan iyilikler, makbûl olan sadakalar ve cenâb-ı Hakka yaklaştıran hayırlı işler, güzel huylar, yüce ilimler, faziletler, nefsi, cimrilik ve hasedden temizleme, eza ve minnetle irtibâtı olmayan sadaka ve ihsânlardan, ya’nî, yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapılan amellerden ibâret bir ticâret yeridir. Akıllı kimse, geçici sermâyesini, şiddetli ve ebedî azapların bulunduğu âhıret için sarfeder. Her kim âhıret için çalışır ise âlî makamları, yüksek dereceleri elde eder. Dünyânın geçici süslerine, gönül alıcı yaldızlarına aldanır ise, bâkî ni’metlerden, yüksek derecelerden mahrûm olur. Bu dünyâ, akıllının çiftliği, gâfil ve câhilin ziyan edeceği bir yerdir. Dünyâda Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyan, âhırette azaptan kurtulur. Emir ve yasaklara muhalif olan da kaçacak yer bulamaz. Akıllı kimse, ekilecek bir tarla gibi olan şu dünyâda, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet eder. Resûlullaha (sallallahu aleyhi ve sellem) tâbi olursa, bu arada isrâfa kaçmadan sadaka da verirse; verdikleri, ecrin en büyüğü ve azığın en verimlisi olarak âhırette karşısına çıkar.

Cenâb-ı Hak, Mevlânâ Sultân-ı a’zam, Hakân-ı Arab ve Acem meliklerinin büyüğü, Allah’ın arzının sultânı, beldelerinin koruyucusu, kullarının yardımcısı, evliyâsının hürmetkarı, düşmanlarının amansız hasmı, İslâm ve müslümanların dayanağı, âsilerin ve azgınların imha edicisi, kâfir ve müşriklerin amansız düşmanı, Ebü’l-Feth Keyhüsrev bin Sultan Gıyâseddîn Keyhüsrev bin Emîr-il-mü’minîn Sultan Alâeddîn Keykûbâd’ın devletini dâim ve saltanatını kâim, doğu ve batıda devletini üstün, askerlerini, yardımcılarını mensûr ve muzaffer buyursun.

Cenâb-ı Hak, Sâhib-i a’zam düstûr-i muazzam, zamanın âsafı, âlemin ıslâh edicisi, dünyâ işlerini tedvin edici, adâlet ve insâfı neşredici, İslâmiyetin tatbikçisi, zayıfların sığınağı, kalbi yanıkların yardımcısı, ülkelerin dayanağı, doğu ve batıda, uzakta ve yakında bulunan meliklerin, emirlerin ve vezirlerin iftiharı, devletin, dinin, doğruluğun yardımcısı, sultanların sağ eli, her türlü güzellik vasıflarının babası ve zirvenin pırlantası Ali Bin Hüseyn bin el-Hâc Ebû Bekr Konevî’nin (Sâhib Atâ’nın) Allah onun günlerini ve ikbâlini dâim kılsın, işlerini ve ahvâlini kötülüklerden korusun.

Sultan Keyhüsrev, Sâhib Atâ’yı vezir yaptı. İşte bu Sâhib Atâ, herkesin Allah’a döneceğini, O’na dönüş yolunun korkunç hâller, âfetler ve felâketlerle dopdolu olduğunu, yol hazırlığının çok lâzım olduğunu, mal ve mülkün geçici olduğunu, ancak, hayrata sarf edip Allah yolunda harcamakla malın bakî olacağını, iyiliğin kötülüğü yok ettiğini, cenâb-ı Hakkın faizle malı yok edip sadaka ile arttırdığını idrâk etti. Bu sebeple Sâhib Atâ, cömert elini hayrat ve hasenata uzattı. Elini böbürlenmekten âri olarak sevâblara açtı. Öyle ki, Allah yolunda sarf ettiği himmetleri ve Allah’ın rızâsı uğrunda harcadıkları, cömertlik ve kerem payesinin üstüne çıkmış; Ma’ân, Hâtem, Nu’mân, Kays bin Âsım gibi cömertlikleri ile târihe geçmiş kişileri gölgede bırakmış, zamanın halkına vermekle Allahü teâlânın rızâsını kazanmayı ve Cennet’teki yüce makamlara nail olmayı arzu etmiştir.

Adı geçen Sâhib Atâ, âleme ibret nazarıyla baktı. Sonucu, basiret erbâbının düşündüğü gibi düşündü. Bu sûretle zamanı, zaman değil, adetâ bir tufan buldu. Öyle ki; kılıç, kemiyet ve keyfiyet hududundan çıkmış, ulemânın yokluğu ile âlem yok olmağa, Allah’dan korkan kişilerin ortadan kalkması ile güzel huylar yok olmağa, evliyânın yokluğu ile muhkem bir bağ olan ilim müesseseleri harâb olmağa yüz tutmuş ve ilmin pazarı dağılmış, şimşekleri yağmursuzlaşmış, yarıkları, gedikleri büyümüş, açılmış. Çünkü parlak ve şa’şaalı milletin, memleketlerini mütecaviz kâfir eller istilâ etmiş, nihâyet medreseler, ma’bedler harâb, âlimler, âbidler helak olmuş. Hâl böyle olunca, ilmin düşen bayraklarını kaldırmayı, unutulan din bilgilerini, sünnet-i seniyyeyi ihyâ etmeyi murâd etti. Vakfiyede yazılı kavl-i ilâhinin manâsı vechile, hayır ve hidâyet isteyenlerin hidâyete nail olacağına, inâyet dileyenlerin de, arzusuna kavuşacağına inanarak, cenâb-ı Haktan hayır, hidâyet ve inâyet dileyip, Sivas beldesi içinde, kale kapısı karşısında, ilim adamlarının oturmalarına mahsûs yazlık ve kışlık odaları, bir abdestliği, biri sağ, diğeri sol tarafta iki minaresi, girişinde bir mescid bulunan Medrese-i Sâhibiyye-i Fahriyye nâmıyla meşhûr, binası muhkem ve avlusu geniş bir medrese bina etti. Suyunu akıttı ve bu medresenin hâricinde bir de Dâr-ı Ziyâfet (Misâfir evi) yaptırdı. Bundan sonra adı geçen Sâhib, adı geçen medreseyi müslüman fakîhler, âlimler, talebeler, fakirler, seyyîdler ve şerîflere vakfedip, fıkıh ve bunu tamamlayıcı ilimlerin ve dînî hükümlerin tahsili için onlara mesken kıldı!” dedikten sonra, medresede vazîfe alabilecek olanların husûsiyetlerini, alacakları maaşları, yapacakları işleri yazmakta, vakıf giderlerini karşılayacak olan gelirin nereden sağlanacağı tek tek ifâde edilmektedir.

Kaynaklar

1) Tabakât-üş-Şâfiîyye (Esnevî); cild-1, sh. 155

2) El-A’lâm; cild-7, sh. 167

3) Tabakât-üş-Şâfiîyyet (Sübkî); cild-8, sh. 371

4) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-12, sh. 155

5) Esmâ-ül-müellifîn; cild-2, sh. 406