Osmanlı Vakıf Medeniyeti - Ahmet Şimşirgil

Osmanlı Vakıf Medeniyeti - Ahmet Şimşirgil

Mescid ü mihrâb bünyâd eylemiş

Bunca dâr-ı hayrâbâd eylemiş

Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:  "Kişi can verdiğinde melekler, önden âhirete ne gönderdi, insanlar da geriye ne bıraktı, diye sorarlar."  İşte önden gönderdiklerin senin, arkaya bıraktığın veresenin olmaktadır.

Abbasî halîfelerinden biri hocasına bir gün şöyle suâl etti: "Hocam gün geçtikçe âhirete yaklaştığımı hissediyorum. Fa­kat âhirete gidişim hızlandıkça dünyaya rağbet ve bağlılığım daha çok artıyor. Neden böyle oluyor?" Hocası; "Ey halîfe, hep dünyanı mâmur ettin, âhiretini ise viran eyledin. İnsan mâmur yerden viran yere göçmek ister mi?" diyerek cevapladı.

İşte vakıflar, ebedî vatanım bilen, sonsuz kalmak üzere göç ede­ceği yeri unutmayan ecdadımızın, orayı şenlendirmek, imâr et­mek, güzelleştirmek, her türlü nimetlerle bezemek ve rahat bir hayat sürmek idealiyle yapıp yaşattıkları bir kurum olacaktır. Bir kişi mülkiyetine sahip olduğu menkul ve gayr-i menkul mallardan bir kısmını veya onların tamamım, Allah'ın rızası­nı kazanma niyetiyle, halkın herhangi bir ihtiyacını gidermek üzere dinî, hayrî ve içtimaî bir gayeye ilelebet tahsis ederse, malını vakfetmiş, yani bir vakıf müessesesi kurmuş olur. Bu davranışın arkasında herhangi bir mecburiyet veya zorlama yoktur. Sadece iyilik, şefkat, yardımlaşma, dayanışma, her hangi bir insanı veya başka bir canlıyı maddî ve manevî açı­dan huzura kavuşturma arzusu sebebiyledir.

Peygamber Efendimiz döneminden başlayarak bu davra­nış modelini bütün İslâm memleketlerinde ve Müslüman Türk devletlerinde olduğu gibi daha işin başında Osmanlı Devleti nin kurucuları da kendi şahıslarında yaşamış ve uy­gulamaya koymuşlardı.

Osmanlılar vakfa dinî bir mânâ vermekte, kendilerinden ön­ceki İslâm toplumlarından daha ileriye gitmişlerdir. III. Ahmed Han'ın kızı Fatma Sultân ile eşi Damat İbrahim Paşanın vakfiyesinin girişinde kâinatta en büyük vâkıf olarak Allahu Teâlâ'yı telakkî ettiklerini ve O'nu taklid etmek için mallarını vakıf haline getirdiklerini görmekteyiz. Şöyle ki:

"Bu dünya ve öbür dünya mahkemelerinin hâkimi ve dün­ya ülkelerinin olduğu kadar ruhlar ve melekler âleminin de mâliki olan Allah; "Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında ince­den inceye düşünürler!" âyetinin mânâsına uygun olarak gerçek varlığı hakkındaki en üstün bilgiyi keşfettirmek için, sınıf olarak feleklerden müteşekkil dokuz kubbeli bir dershane ve topraktan da yedi katlı bir medrese icâd ve inşâ etti. Açıkçası yer ve gök cisimlerini yarattı.

Sonra bir vakfiye tanzim ederek çok geniş mekâna sahip bu küçük sarayın oturma hakkını, nesilden nesile (karnen ba'de karnin), benî âdemin meydana getirdiği ailelerden müteşekkil insanlık toplumunun üyelerine vakfetti. Onlara sakin bir ha­yat temin edecek erzaklar ve azıklar tayin ve tesbit eyledi. Bü­tün dünya sakinlerinin hizmetine kereminden kaynaklanan ürünler ve nice düzenli gelirler tayin ve vazifeler tahsis etti.

Nihayet açık kânununda (hukuk-ı İslâmiyye), yürürlükte olan vak­fiyenin idaresinin (tevliyeti) din ulemâsına ve nâzırlık görevinin (nezaret) de halîfelere ve iyi karakterli hükümdarı edilmesini şart koştu.

Yazarın canlı bir tasvirini yaptığı bu vakfın vâkıfı Allahu Teâlâdır. Vakfettiği şey ise dünyadır. Vâkıf orada hayrî müesseseler olarak, mektepler, medreseler, sebiller, çeşmeler vs inşâ etmiştir. Vakıftan yararlananlara gelince, onlar bütün insanlıktır. Ve vakfın kurucusu olan Allah, bu vakfın her türlü gelirlerini bahse konu olan bütün insanlık lehine tah­sis etmiştir. Böylece insanlara takip edilecek bir örnek olarak kendisini teklif eden Cenâb-ı Hakk, ulemâyı vakfın idare makamına ve sultânları da nezâretine tayin ederek, bir vak­fın ne biçim yönetileceğini de onlara göstermiştir.

Vakfiyesinden geniş bir biçimde alıntı yaptığımız vâkıfın ifadelerinden Türklerin dünyaya hangi ibret nazarıyla bak­tıklarını ve kendilerini vakfa yönelten sebeplerin başında da Cenâb-ı Hakkın ahlakıyla ahlâklanmanın geldiğini görmek mümkündür.

Vakıf kurmakta lider adamlar

İlk Osmanlı tarihçilerinden Aşıkpaşazâde'ye göre Osmanlı devletinin kurucuları ve yöneticileri, yoksul doyurucu ve sofra sahipleri idi. Dünya halkına nimetler yedirirlerdi.

Yine ona göre devlet yöneticisinin vazifesi elde ettiği biri­kimleri toplumun hizmetine sunmak, böylece halkını karnı tok, adalet, güvenlik ve huzur içinde yaşatmaktı. O, servetin anlamını ve değerini "Mal odur ki hayra sarf olu­na!" diye anlatıyordu.

Ahmedî'nin ifadesine göre, Orhan Gazi, mescid ü mihrâb bünyâd eylemiş, bunca dâr-ı hayrâbâd eylemiştir, yani hayır evi kurmuştur. Ona göre I. Murad da dar'ül-hayr (hayır evi) kurucusudur.

Otuz yıla yakın bir zaman, dünya sahnesinin ender rast­ladığı bir ustalık ve maharetle devletini idare eden Murad Hüdavendigâr, pek çok hayır yeri meydana getirmekle de şöhret bulmuş bir pâdişâhtır. Günümüze kadar gelen vakfi­yesi, onun neler yaptığını, hayrat hakkında neler düşündü­ğünü göstermektedir. Su tesisleri, Bursa Çekirge'deki cami, medrese, imaret ve misafirhanesi, Bursa hisarında sarayı­nın yanındaki cami, Bilecik ve Yenişehir'de birer cami, yine Yenişehir'de gazi erenlerden Pustinpûş Baba için yaptırdı­ğı zaviyesi, annesi adına İznik'te inşâ ettirdiği (790/1388) imareti en önemlileridir.

Bursa'da, "Âhiret için azığımdır." diyerek inşâ ettiği imaretine pek çok arazi vakfeden Murad-ı Hüdavendigâr, vakfiyeye şöyle yazdırmıştır: "İmârete, büyüklerden, âlimlerden, şeyh ve sâdattan birisi inerse hizmetçi bunlara hizmet eder. Bun­ların şânına göre onlara hizmet eder. Hayvanlarına da hiz­met eder. Bu hizmet sadece büyüklere mahsus olmaz. İmârete inenlerin tamamına böyle muamele yapılır. Hatta fakir ve miskinlere bu yolda hizmet daha evlâdır. Çünkü onlar, kalbi kırık olanlardandır. İmârette kalışları üç günü geçerse bu, mütevellinin reyine bağlıdır"

Tarihçi Şükrullah, gazi ve şehîd sultânın yaptırdığı bu hayır hizmetlerinden bahsederken şunları söylemektedir:

Bursa'da âhiret için bir yapı yaptılar. Hem misafir evi, hem cami, hem medresedir. Kimsesizler, yoksullar için paçalar­dan, tatlılardan, ekşilerden daha güzeli olmayan yemeklerin hepsinden verilmesini, konukların hayvanlarının da yemlendirilmesini buyurdu. Hatiplere, hafızlara, müderrislere, mürîdlere ve öğrencilere vazife karşılığı akça bağladı. O evin karşısında bir kubbe yapılmasını buyurdu. Her gün ayrıca otuz hafız o kubbede güzel sesle Kur'ân okuyup hatmetmek­tedirler. Mübarek vücudu o kubbede dinlenmektedir." Bu bilgiler, Sultân Murad Han'ın vakıf anlayışını ve düşüncele­rini, hâlis niyetini göstermesi açısından pek mühimdir. Eserleriyle sosyal ihtiyaçlara çözüm getiren bu pâdişâhlara 'ebu'l-hayrat' yani 'hayrat babası' lakabı verilirdi. Bunlardan biri de II. Murad Han'dır.

Birçok eserin kurucusu olan II. Murad'ın Ebu'l-Hayrat diye anılmasının sebebini anlamak ve hayratın nasıl bir bütün­lük teşkil ettiğini daha iyi kavramak için, II. Murad'ın sa­dece Ergeneyi nasıl imâr ettiğini görmek yeterlidir. Bu olay, Tâcü't-Tevarih'te, sadeleştirilmiş şekliyle şöyle anlatılmak­tadır: "Söylendiğine göre Ergene Köprüsü'nün bulunduğu yer vaktiyle Çengelistan (sık orman) imiş ve çoğu bucağı batak, ormanlık yöreleri ise haramilere sığınak olurmuş. Bu ormanlıkta gizlenen yol kesiciler, her an, gelen giden yolcu­ların yollarını keser, nice günahsızları öldürerek, yok yere tepelerlermiş. Hiçbir gün geçmezmiş ki bu korkulu ve teh­likeli yerde bir nice biçare zulüm kılıcıyla doğranmamış ve varlıkları parçalanmamış olsun. İşte bu sebeple aydın yolları tutan pâdişâh, zulüm yollarından keder dikenlerini kaldır­mak üzere ve pek çok para sarf etmek suretiyle önce bölgeyi temizledi. Orasını konaklanacak düzenli bir yer haline getir­di. Yüz yetmiş dört yüksek kemer üzerine uzatılmış eşsiz bir köprü yaptırdı ki, cihana örnek oldu. Köprünün bir başında Ergene adıyla anılan güzel bir kasaba kurdurup cami, imaret, vb. yapılarla süsledi. Böylece gelen ve gidenlerin, bolluk için­de olan bu kasabadan faydalanmalarını sağladı.

Sözü edilen imaret tamamlanınca, Edirne'den bilginleri, fa­kirleri bu kasabaya çağırıp şölen eyledi. İlk yemeği kerem dağıtmaya alışkın eliyle üleştirdi. Bilginlere, olgun kişile­re pek çok lûtuflarda, ikramlarda bulundu. Camiin mum­larını bile kendi eliyle yakıp kerem, cömertlik ve adalet çerağıyla orada olanların, törene katılanların gönüllerini aydınlattı. Bunları yapan mîmâra, değerli bir hilat ile bir­likte pek çok armağanlar verdi. Köprünün öte başında da bir ulu kubbe inşâ ettirerek, burasını köy haline getirdi ve gerek kasabalarda gerekse bu köyde oturan halkı her türlü avârız-ı divâniyeden beri ve müsellem eyledi."

Pâdişâhların lokomotif görevi görmeleri sonucu vakıflar, en büyük gelişmeyi Osmanlılar zamanında gösterdi. "İnsanla­rın en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır" hadîs-i şerifini rehber edinen Osmanlılar, her sahada olduğu gibi, bu sa­hada da muazzam ve kalıcı eserler meydana getirdiler. Vakıf yoluyla tesîs edilen bu sayısız eserler, muazzam Osmanlı ülkesini bir baştan diğer başa ağ gibi ördü. 1530-1540 seneleri arasında yapılan vakıflarla ilgili tahrirlere göre; yalnız Anadolu eyaletinde vakıf yoluyla 45 imâret, 342 câmi, 1055 mescid, 110 medrese, 154 muallimhâne, 1 kalenderhâne, 1 Mevlevîhâne, 2 dâriülhuffâz, 75 büyük han ve kervansaray kuruldu. Bu müesseselerde vazife yapan 121 müderris, 3756 hatîb, imam ve müezzinle 3229 şeyh, şeyhzâde, kayyım, talebe veya mütevellinin iâşe giderleri ve maaşları vakıf gelirlerinden karşılandı.

İmparatorluğun bütün şehirlerinde bu hummalı faaliyet hız kesmeden devam ediyordu. Sonunda kısa bir sürede ülke öyle hale gelmişti ki vakıf medeniyetini gözler önüne sere­bilmek için şöyle ifade edilir oldu:

"Osmanlı ülkesinde bir adam vakıf bir evde doğar, vakıf bir beşikte uyur, vakıf mallardan yer ve içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf bir mektepte hocalık eder; vakıf idaresinden ücretini alır ve öldüğü zaman kendisi vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa gömülürdü. Bu suretle beşerî hayatin bütün icâblarını ve ihtiyaçlarını vakıf mallarla temine pekâlâ imkân vardı."

Böylece Osmanlı toplumu, Fârâbî'nin el-Medînetü'l-Fâzıla adıyla oturup yazdığı ve mükemmel bir şehrin tanımını yap­tığı eserinin çok ötesine geçmiş ve onu yaşamış bulunuyor­du. Fârâbî, Osmanlı toplumunun mükemmel ahlâkını gör­müş olsaydı herhalde yazdığı eserinden utanırdı.

Neden vakıf kurarlardı?

Vakfiyelerin başında Cenâb-ı Hakk'a hamd ü sena ve Pey­gamber Efendimize salât ü selâmdan sonra önce hayatın fâniliği ortaya konulmakta ve akıllı insanların ebedî hayata yarar işler yapması gerektiği vurgulanmaktadır ki vâkıfı bu işe yönelten en önemli sebeptir.

İşte hayatın sona erip ölümün gelmesiyle, fânî hayata göz yumup âhirete göç etme olayını güzel sözlerle dile getiren ifadeleri, geniş bir şekilde ve değişik cümleler halinde çoğu vakfiyede görmemiz mümkündür.

Ölümün kaçınılmaz olup, Allah'a kavuşmak için geçilmesi gereken bir köprü olduğunu anlayan atalarımız, onu güzel ve hoş cümlelerle ifade etmeye çalışmışlardır. Verilen örnek­lerin incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, ölümden, canın cesetten ayrılmasıyla her şeyin bitip son bulacağı şekilde bahsedilmemiş, tersine, ölüm olayı ebedî ve sonsuz bir haya­ta göç olarak nitelendirilmiştir. Yûnus Emre'nin;

Ölümden ne korkarsın

Korkma ebedî varsın

dizeleri bir mânâda kişiye ebedî bir hayatin varlığını müjdele­mek yanında o hayat için hazırlıklar yapılmasını ihtar gibidir. Vakfiyelerde görüleceği üzere Osmanlı bireyine göre dün­yanın varlığı emânet olup, dahası kararsız ve değişkendir. Başka bir ifadeyle, "Bakî ve sabit olmayan bu dünya evinin nîmetleri geçici bir gölge, onda oturmakta olan kimse ise git­mek üzere olan misafir gibidir." Dünya, devamı umulmayan, gecelerinde ve gündüzlerinde süreklilik ve nimetinde sebat bulunmayan, mukimleri yolculuk durumunda olan, sakinle­ri göç etmek üzere bulunan bir yerdir. Lâkin akıl sahiplerine kazançlı bir ticaretgâh ve ibret alanlar için büyük bir vaaz ve öğüt vericidir. Âhiret günü için azık onda tedarik edilir. Nitekim hadîs-i şerifte; "Dünya âhiretin mezraasıdır? Duyu­rulması buna işaret olup vakfiyelerde değinilmektedir. İbn-i Mesud, bu konuda; "Dünyada herkes misafirdir. Yanında­ki şeyler emânettir. Misafirin gitmekten, emânetin ise geri alınmaktan başka çaresi yoktur." demiştir.

Zeyni Hâtûn Vakfîyesi'nde geçen şu ifadeler de konuyu özet­lemektedir: "Dönüp durmakta olan bu gaddar felek içinde sa­hip olunan bütün kudret ve makamların halden hale geçerek değişip durduğu, sürekli olmadığı bilinen bir şeydir. Dünya yurdu son bulma ve zillet yeridir. Sağlık ve hastalık halleri birlikte yürür, sevindirmesini azarlaması takip eder. Şüphesiz, bir an bile gaflet etmeyerek, sağlığında akıbetini düşünüp, bu dünya tarlasına hayrat tohumunu atan kimsedir?

Vakfiyelerde Müslüman vakıflarına hâkim dünya görüşünü yansıtan şu örnekler oldukça çarpıcı ve dikkat çekicidir:

Ölümden ne Süleyman ne de Selim kurtulur!

Edirne Selimiye Külliyesine ait Sultân II. Selim (1566-1574)'in vakfiyesi şöyle başlamaktadır:

"Hamd Allah'a ki, O'nun güç ve kudreti karşısında akıllar ve anlayışlar durup kalır. O'nun melekûtunu müşahedede büyük sultânların idrakleri hayrete düşer. Ebedîlik ancak O'nun izzet ve sânına mahsustur... ölüm herkesi yakalar. Servet kim­seyi toprağa girmekten kurtaramaz... Ölümden ne Peygam­ber Aleyhisselam, ne sultân, ne vezir, ne emir, ne hâkim, ne Süleyman (Kanunî) ve ne de oğlu Selîm kurtulur? "Hikmet ancak Hakk'ı bilmek ve Ona lâyık ibadet yapmaktır... Os­manlı hanedanı büyük ve ilâhî bir nimete mazhar olmuştur. Onlardan birinin parlak saadet yıldızı doğunca ilk işi, âhiret gününe faydalı olacak bir hayır yapmak olmuştur. Bu onların nesilden nesile gelen âdetleridir... Böylece nice büyük hayırlar, nice devamlı eserler meydana getirmişlerdir. Bakî ve sabit olmayan bu dünya evinin nimetleri geçici bir gölge, onda oturmakta olan kimse ise gitmek üzere olan mi­safir gibidir. Aklı olan her insan gaflette olmaz. Geleceğini göz önünde bulundurarak âhirette va'dedilen iyi mertebelere ula­şabilmek için, hayır ve iyilik tohumunu dünya tarlasına eker... Böylece vâkıf, iyilik ve hayırla uzun süre anılmak suretiyle ötümsüzleşmeyi düşünür.

Bu aldatıcı dünyanın mal, mülk ve itibârı kararsız, taht ve tacı emânettir. Allah'tan başka her şey yok olacaktır. Dünya bir kimse için devam edip kalacak obaydı, Allah'ın Resulü onda ebedî kalırdı... Her olgun olan kimsenin yaşlanmadan önce, gücünün yettiği vakitte hayır ve iyilik yaparak âhiret hayatını düşünmesi gerekir. Vakıf hayır ve sadaka türlerinin en mü­kemmeli ve bakî kalacak iyiliklerin en güzelidir?

İnsan bu dünyada ne kadar çok servet ve imkânlara sahip olursa olsun, ömür denen, bir gün gelip bitecektir. Oysa insan daha uzun süre yaşamak, bu dünyada çevresine karşı saygı ile anılacak bir mevki e ulaşmak, ölümünden sonra da Allah'ın rızasını kazanmış bir kul olarak anılmak istemektedir.

Senin dünyadaki istifaden!

Kara Ahmed Paşa Vakfiyesi'nden:

"Ne mutlu o kimselere ki Allah'ın kendilerine verdiği her türlü nimetlerin şükrünü edâ ile ihtiyaçtan fazlasını hayır yolları­na sarf ederler. Çünkü âhirette insana menfaat verecek yalnız hayır ve hasenattır. Kul, Allah'ın katında yakınlık dereceleri­ne ancak bu suretle nail ve vâsıl olur. Bundan başka hangi iş olursa olsun, saçılmış toz gibi boş ve hiçtir. Allah'ın Resulü de; 'Senin dünyadan ettiğin istifaden; yiyip tükettiğin, giyip eksilttiğin, tasadduk edip âhiret sermayesi yaptığın şeyler­den ibarettir! buyurmuştur. Hiç şüphe yoktur ki sadakaların en üstünü, iyiliklerin en mükemmeli, bitmez tükenmez olan, hadd ü nihayeti bulunmayan, ardı arkası kesilmeyen ve her gün meyvesi devşirilebilen bir sadakadır. Fânî dünya durduk­ça durup ve var oldukça var olup hayat ile şartlı olmadığı gibi ölüm ile de kesilmez. Bu tür sadaka, faydası devam üzere olan ve arkası kesilmeyen vakıftır ki vâkıfın adını andırdığı cihetle onun için ikinci hayat olur. Bu vâsıta ile her lisândan o vâkıf hakkında medh ü sena işitilir!'

Hangi malınız sevgilidir?

Erzurum'da Mustafa Paşa Vakfından:

"Resûlullah Efendimiz bir gün eshâbına sordu: 'Size kendi malınız mı, yoksa vârislerin malı mı daha sevgilidir?' 'Yâ Resûlallah, elbette kendi malımız daha sevgilidir'. Resûlullah Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) buyurdu ki: 'Kendi malınız tasadduk ettiklerinizdir, mirasçıların malı ise geriye bıraktıklarıdır.' İşte bundan dolayı Şanlı Osmanlı pâdişâhlarından Sultân Süleyman Han Hazretlerinin vezirlerinden olup onun sonsuz inam ve ihsanına gark olan Lala Mustafa Paşa Hazretleri ki, Erzurum Valisi ve Devlet-i Aliyye'nin kıymetli veliahdı Sultân Selîm Hazretlerinin lalasıdır. İşte bu yukarıda geçenleri bir bir düşündü de şu dünyaya ibret göz ile baktı. Anladı ki, dün­ya fânidir, nimetleri zevale mahkûmdur. Aklı olan bu dünyayı âhiret nimetlerine vesika kılar da sâdık niyet ve muhlis akide ile Allah'ın rızasını kazanmak, cennette nimetlerine nail ol­mak ve elim azabından necat bulmak arzusuyla infak ve ih­sanda bulunur. İşte bu emellerin tahakkuku yolunda, Erzurum şehri içinde minareli bir camii şerif bina ve inşâ edip camiin avlusuna bir çeşme yaptı ve Ka'be Mescidi diye meşhur olan mescidin yerine cami, yanına bir de Kur'ân-ı Azimü'ş-şân'ı öğ­retmek için mektep kurdu"

Akıl almaz vakıf hizmetleri

İşte bu nedenlerle daimî kalacağı yere yatırım yapmak, atalarımızın en büyük gayesi idi. Peki neler yapar ve neler sağlarlardı.

Osmanlı'da genelde şehirler, vakıf bir külliyenin; mahalleler, vakıf camilerin hamam, çeşme ve benzeri yapıların etrafında kurulmuştur. Bu şekilde yapılan yüzlerce eser Rumelide şehirlerin islâmî veçheye bürünmelerini sağlamıştır. Osmanlı bir iskân ve kolonizasyon metodu olarak vakıflardan faydalanmıştır. Meselâ Lale Devrinin meşhur sadrâzamı Damat İbrahim Paşa doğduğu köy olan Muşkara'yı geliştirmek ve büyütmek için pek çok eser yaptırdı. Muşkara bu eserler vâsıtası ile verilen hizmetie kısa zamanda büyüdü ve gelişti. Zama­nın gelişmiş şehri olan Muşkara'ya 'Yeni Şehir' anlamına Nevşehir adı verildi. Nevşehir, vakıfların Türk şehir hayatında oynadığı rol için güzel bir örnektir. Şehirlerimiz 1856 yılına kadar belediye teşkilatından mahrumdu. Vakfiyeler incelendiğinde, bu tarihten önce su, ulaşım, aydınlatma, temizlik, âsâyiş gibi belediye hizmetlerinin hep vakıflar tarafından gerçekleştirildiği görülür. Su kanalları, su kemerleri, çeşmeler, sebiller, kuyular, hamamlar tamamen vakıf kuruluşlardı. Fakirlerin parasız yıkandıkları hamamlar mevcûddu. Se­billerde buzlu su, hatta şerbet dağıtılırdı. Yol, kaldırım ve köprü yapımım va­kıflar sağlıyordu. Bazı hayır sahipleri kurdukları vakıflarla kandilciler tutuyor, yine vakıf geliri Üe kandil ve yağ alarak sokakları aydınlatıyorlardı. Sokakların temizlenmesi ve umûmî helalar için vakıflar kurulmuştu. Bekçi ücretleri va­kıflardan ödeniyordu. İmâretlerde yoksullara, yolcu ve misafirlere her gün bir veya iki öğün yemek yediriliyordu.

Bunlardan başka iskele, deniz feneri, ok ve güreş meydanları, esir ve köle âzâd etmek, fakirlere yakacak temîn etmek, hizmetçilerin efendileri tarafından azar­lanmaması için kırdıkları kâse ve kapların yerine yenilerini almak, gazilere at yetiştirmek, ağaç dikmek, borçtan hapse girenlerin borcunu ödemek, dağlara geçider kurmak, öksüz kızlara çeyiz hazırlamak, borçluların borçlarını ödemek, dul kadınlara ve muhtaçlara yardım etmek, çocukları baharda açık havada gez­dirmek, mektep çocuklarına gıda ve yiyecek yardımı, fakirlerin ve kimsesizlerin cenazesini kaldırmak, bayramlarda çocukları ve kimsesizleri sevindirmek, kale­lere, istihkâmlara veya donanmaya yardımda bulunmak, kış aylarında kuşların beslenmesi, hasta ve garip leyleklerin balamı ve tedavisi gibi pek çok maksada vakıflar kurulmuştur. Müslümanların iki mukaddes beldesi olan Mekke ve fiflk   Medine şehirlerine, İslâm dünyasının her tarafında binlerce vakıf tesis edilmiştir. Bilhassa Osmanlı sultânlarının, devlet adamlarının ve diğer hayırsever kimselerin meydana getir­dikleri vakıflarla, her sene buralara ulaştırılan vakıf gelirleri, bütün İslâm dünyasını hayran bırakıyordu. Din ve ırk farkı gözetmeksizin bütün insanlığın hizmetine tahsis edilmiş olan, insanların bedenî ve ruhî hastalıklarını tedavi etmek gayesiyle kurulmuş vakıf hastaneler, dârüşşifalar ve timârhaneler de önemli vakıf müesseseleridir. Bu sağlık kuruluşlarıyla ilgili bazı vakfiyelerde birtakım ilâçların for­mülleri bildirilmiş, bu formüllere göre yapılan ilâçların hastaların tedavisinde kullanılması istenilmiştir.

Sosyal hizmetler yönünden pek önemli olan imâretlerse, seyahatin meşakkati altında yorgun düşen yolcuların istirahatini temîn ederek din ve kültür birliğinin kurulmasını sağlamaktaydı. İmaretler bünyesinde yer alan dârüşşifalar, halkın poliklinik ve hastane hizmeüerini görüyordu. Bu hizmetler devrin en salahiyetli tıp otoriteleri eliyle parasız olarak yapılırdı. İmarethaneler yüzlerce yetime maaş bağlamak, binlerce fakirin karnım doyurmak dul kadınları himaye altına almak, yetim ve fakir çocuktan okutmak üzere mektepler açmak gibi hizmetlerle gerçekten ortaya çıkabilecek sosyal patlamaların da önü alınmış oluyordu. Vakıfların ülke ticaretine ve ekono­mik hayatın gelişmesine de olumlu etkileri olmuştu. Hemen bütün şe­hirlerde vakıf ticaret hanları vardı. Şehirlera rası yollar, önemli stratejik mevkilere kervansaraylar yaptırılarak sürekli işler halde tutulmuş, böylece yolcu ve tacirlere yol güvenliği ve ko­naklama imkânı sağlanmıştı. Kervan­sarayların vakfiyelerinden buralara yerli-yabancı, hür-köle, erkek-kadın, Müslim-gayr-i Müslim herkesin ka­bul edildiğini yolcuların gıda, ilâç hat­ta ayakkabı ihtiyaçlarının karşılandığı ve hayvanlarına da bakıldığı anlaşıl­maktadır. Kervansaraylar vakfedenle­rin bıraktığı gelirle bu fonksiyonlarını yüzyıllar boyu sürdürmüşlerdir. Ayrıca vakıflar büyük sanat eserleri­nin, hat, taş, ağaç, maden işçiliği, tezhîb, çini, kitap, cilt, ebru gibi sanat dal­larının gelişmesine, şaheserler veril­mesine katkıda bulunmuşlardır. Vak­fiyelerin dil, kültür, tarih, hukuk, ik­tisat tarihi, sosyoloji, hatta folklar açı­sından taşıdığı önem ise ayrıca hatır­lanması gereken bir konudur.

İnsafsız talan

Asırlarca bir makine disiplini içeri­sinde işleyen vakıfların Cumhuriyet döneminde uğradığı büyük felaketin hazırlayıcılarından birisi, İzmir me­busu Şükrü Saraçoğlu'dur. 22 Şubat 1926 tarihli bir kanunla va­kıfların satılabileceğini ilan etti. Va­kıflar satılığa çıkarılınca ne oldu? Müslümanlar, vakıfların dokunulmaz olduğunu bildiklerinden bunları al­mak için en küçük bir teşebbüste bu­lunmadılar. Neticede Müslüman va­kıfları cüz'î paralar karşılığında genel olarak gayr-i müslimlere satıldı. Müslüman vakıfları böyle bir mua­meleye tâbi tutulmasına rağmen, Rum, Ermeni, Yahudi ve benzeri din mensuplarının vakıflarına ise hiçbir şekilde dokunulmadı. Müslüman vakıfları o derece yağma edilerek gayr-i müslimlere satıldı ki, 1950'lere gelindiğinde, Anadolu toprak­lan üzerinde bir tek vakıf bile kalmadı.

Satılan bu vakıf arazi ve arsalarda fuhuşhânelerin, meyhanelerin, gazinoların yapı­larak bu mekânları Allah rızası için vakfedenlerin ruhlarının incitilmesi de ayrı bir felaketti.

Yukarıdaki meziyetlerin sahiplerinin akıl hocası Ziya Gökalp'in 'Vakıf' şiirini aşa­ğıda vermek istiyoruz:

Her vakıf bir hudaşahi hükümet

Var kanunu, memurları, bütçesi

Bu dîvânda değişmez bir hizmet

Murakıbı, bir ölünün pençesi... 

Niçin bilmem, dirilerin verilmiş

Dizginleri bir ölünün eline?

Neden böyle "Dur!" emri verilmiş

Yürümeyi seven bu Türk iline?

Baba demiş: "Oğlum satar bu malı;

Vakfedeyim kalsın dâim soyumda

Çalışmasın soyumun hiçbir dalı

Yaşasınlar hep nimette, doyumda"

Bu fikirden doğmuş bütün vakıflar

Yapmış halkı tevekkülcü, kaderci

Manastıra dönmüş bütün vakıflar

Ki beklerler âhiretten haberci.

Yukarıdaki şiirde gördüğümüz gibi, Ziya Gökalp ve arkadaşlarının inançlarına göre vakıflar, sanki Allah rızasını değil, çoluk çocuğun geleceğini düşünen menfaat grupları tarafından tesis edilmiş müesseselerdir. İnsanlığın hizmetine sundukları muazzam eserler sanki çocuklarına devredilmiş gibi yorumlanmıştır. Vakıf kur­mak, insanlığa faydalı olmak için çırpman ecdadımız sanki tembelliğin yayıcısı gibi gösterilmiştir. Halbuki sosyal devletin bugün yapmakla mükellef olduğu tüm eserleri toplum, "Hayırda yarışınız." düstûruna uygun olarak yerine getiriyordu. Aslında Ziya Gökalp gibiler de söylediklerine inanmıyorlardı. Çünkü vakıfların devleti ayakta tuttuğunu çok iyi biliyorlardı. Ne var ki en zâlim hükümdarların dahi dokunmaktan korktuğu bu büyük hazîneye konmak isteyince, bu şekilde bahaneler uyduracak ve vakıflara el uzatılacak ve tarihte eşi benzeri görülmeyen bir talan ha­reketine girişilecektir.

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil

Not: Bu makale Keşkül Dergisi Sayı 38 (Bahar Sayısı-Nisan 2016) S. 28-39′da yayınlanmıştır