İnsafın O Yerde Namı Yok Mu?

Son yıllarda Türkiye kamuoyunu uzun süre meşgul eden “Muhteşem Yüzyıl” tartışmasına kültür bakanımız Ertuğrul Günay bey de katıldı. Sözlerinden alıntılar yapacak olursak şu fikirleri görürüz.

“Kanuni şüphesiz bir cihan imparatorudur. Cihan imparatoru aynı zamanda bir aşkın kölesidir. Kadının önünde zaaf göstermektedir. Sadrazamını katletmiştir bu uğurda. Çocukluk arkadaşını, 28 yaşında sadrazam olan İbrahim Paşa’yı katletmiştir. Daha vahimi, yetişkin oğlunu, kendisinden sonra Osmanlı tahtına geçmesi beklenen Şehzade Mustafa’yı yandaki çadırda boğdurmuştur. O gün ölmesi lazım yürek taşıyan bir insanın…”

“İbrahim Paşa, Kanuni’nin çocukluk arkadaşıdır. 28 yaşında Sadrazam yaptığı İbrahim Paşa’yı da 33 yaşında öldürttü. Dizide Pargalı diye geçiyor ama, İbrahim Paşa’nın bir lakabı daha var; Asıl “Makbul İbrahim Paşa” diye anılıyor. Ancak bir gecede, padişah sofrasından ölü kalkıyor. Bir gecede, tek bir harf değişiyor, Makbul İbrahim Paşa, Maktul İbrahim Paşa oluyor. Ancak tarihin bu sayfalarını kaç insan biliyor. Tarih ne kadar acımasız, iktidar kavgası ne kadar kötü. Bakalım oralara da gelecek mi dizi?”

“Ünlü İngiliz şair William Shakespeare’in eserleri neticede bir kurgudur. Oysa Kanuni-Hurrem ilişkisi gerçek bir olaydır. İnanılmaz bir trajedya görüyorum ilişkilerinde. Uluslararası bir yapım olsa, dünyayı sarsabilirdi. Çünkü çok insani, çok vahim, çok trajik bir ilişki var aralarında.”

Gerçekler öyle mi?

Maalesef sayın bakanımız da Kanuni hakkında bir meşhur söz söyleyip sonra yıllardır içine işlenen yalan yanlış bilgileri sıralamaktan öte bir şey yapmamıştır.

Bakınız ilk ifadesi “Kanuni şüphesiz bir cihan imparatorudur” olmuştur. Ardından diğer ifadeleri okuyunuz ve düşününüz. Bu tabiat ve yaşantıdaki bir kimse nasıl bir cihan imparatoru olur? Bir kadının kölesi olan cihan imparatoru (!). Ne gariptir ki o köle cihat meydanlarından gelmiyor. Sonra onu cihat meydanlarından getirtmeyen efendisini yani Hurrem’i anlamaya çalışınız, nasıl bir aşk ve nasıl bir ahlak timsalidir. Doğrular söylendiğinde, ortaya çıkan çelişkileri görebiliyor musunuz?

Şurası muhakkak ki her türlü haşmet ve azamete, güç ve kudrete, şan ve şevkete sahip padişahların muhakkak ki dünya ve dünya nimetlerine kapılmamaları zordur. Bu bakımdan Kanunî Sultan Süleyman ne haldedir. Onun dünyaya bakışını divanından takip edelim ve neyin aşkında olduğunu anlayalım.

Ey Muhibbî sakın aldanma cihanın âlına

Şöyle tut kendüni kim şark ehlinün dârâbıdur

Bu dünyanın hilesine aldanmamak gerekir. Çünkü o, sa­vaşçılar için bir meydandır.

Muhibbî virme dil dünyâ denîdür

Meseldür kim gerekdür gayret erde

Bu Muhibbî virmedi dünyâya dil        

Merddür her cünbişi merdânedür

Dünya, adı üstünde denî, yani alçaktır; ona gönül veril­mez. Er kişi dediğin gayretli olur, nâmerde bel bağlamaz.

Cihan mülkine Şah olmak gerekmez bana âlemde

Muhibbî kapuna hizmet ider kemter âbid olsun

Bu cihan mülküne padişah olmaktansa -zira bu mülk sah­tedir, seraptır- sevgilinin kapısında hizmet eden itibarsız bir kul olmak da­ha iyidir.

Tac ü taht ü zûr-ı bâzûya Muhibbî bakma gel

Hiç bilür misin ki şimdi kandadur Behrâm-ı Gür

Tâc, taht ve maddî güç gelip geçicidir. O güçlü avcı Behram’ın şimdi nerede olduğunu hatırlamak yeter.

Muhibbî eyleme dünyâya rağbet

Ne ıssı eyledi mâliyle Kârûn

Dünyanın rağbet edilecek yanı yoktur. O meşhur hazinelerin sahibi Karun’u malı kurtarabildi mi?

Ey Muhibbî gaflet itme aç göz uyhudan uyan

Durmadan dirmektedür murg-ı ecel çün çînemu

Gaflet, uyku halidir. Uykuda olan kişi etrafında cereyan eden olayları fark edemez ve bunlardan ibret alıp, kendine yarar sonuç çıkaramaz. Göz, uykudan uyanmalı; zira ecel kuşu durmadan etraftaki danelerimizi toplayıp durmaktadır.

Ölümün an Muhibbî günde bin kez

Sakın bu pendümi tut olma gafil

İnsan ölümü unutmamalıdır. Muhibbî, bunu gün de bin kez hatırlamak ve ölümden gafil olmamak ister.

Mağrur olup cihâna olma Muhibbî gafil

Dünyâda padişahlık bir lahza hâba benzer

Dünyaya aldanıp gururlanmak akılsızlıktır. Dünya şahlığı bir anlık uykuya benzer.

Kanuni Sultan Süleyman üç bin beyite yaklaşan muazzam bir divan sahibidir. Divan şiiri çeşitlerinin her birinde eserler vermiştir. Bugünkü dokuz Türkiye büyüklüğünde fetih yapan, on sekiz Türkiye büyüklüğünde bir ülkeyi idare eden, her türlü hayır eserleri ile imar ve kültür faaliyetlerinde bulunan, batılıların büyük ve muhteşem lakapları ile andığı bir cihan padişahını, hiçbir değerlendirmeye tabi tutmadan insafsızca eleştirmek nasıl bir düşünce yapısıdır. İbrahim ve Rüstem Paşalar ise o devre en fazla güç ve kudret katan şahsiyetlerdir. Evet, Kanuni o bir aşkın kölesiydi.

Kahramanlar kılıç şakırtılarından haz duyarlar.

O kölesi, kulu olmakla iftihar ettiği gerçek aşkına Sigetvar önlerinde top sesleri ve tevhit naraları arasında kavuştu. Hem de evvelce söylediği bir sözü yerine getirircesine:

Ko bu ayş u işreti çünkim fenadır akıbet

Yâr-ı bâki ister isen olmaya taat gibi

Sayın bakan, İbrahim Paşa’nın acı halini, 28 yaşında makbul bir veziriazam olup 33 yaşında bir gecede maktul oluverdi diyerek özetlemektedir. Makbul ve maktul arasındaki bir harfe de dikkat çekmektedir. Bir defa İbrahim Paşa 5 değil 13 sene sadrazamlık yapmıştır. Neticede hayat bir andır o da son andır. Hayat hayaldir. Bu ikisi arasında da bir harf vardır. Burada asıl trajedyayı kendisinin imal ettiğini düşünüyorum.

Öte yandan Sayın Bakan bütün bu ifadelerin sonunda “Ecdat olarak Padişahları değil, Yunus’u, Hacı Bektaş’ı anlatalım”, demektedir. Şayet Yunus’u iyi tanısa bir çelişkinin içine doğru yuvarlandığını da görmüş olurdu.

Yunus Emre’nin:

Söz ola kese savaşı

Söz ola kestire başı

Söz ola ağulu aşı

Bal ile yağ ede bir söz

Deyiminin ihtiva ettiği derin manayı süzmüş olurdu.

Mevlana ise, “Ne şaşılacak şey! Sen köpüğü görüyorsun da denizi görmüyorsun! Demektedir. Ölenleri öldürülenleri görmekte iseler de sebepleri görmemek nasıl bir zihniyettir. Hapishanede yatanları görüp; “bu zavallıları buraya tıkmak, hürriyetlerini gaspetmek ne gaddarlık ne insanlık dışı bir olay” demekle eşdeğer değil midir?

Sayın bakan Muhteşem Yüzyıl’da “beklediğini bulamadığını” da vurguladıktan sonra “ısmarlama filmlerden bir şey çıkacağına inanmıyorum. Ismarlama marşlardan da, mesela 50. yıl marşı, 70. yıl marşı, bir şey çıkmadı” demektedir. Sayın bakanın bütün bu ifadelerinden sonra açıkçası neyi beklemiş olduğunu tahmin edemiyorum. Yapılan iftiralar az mı geldi, dünyayı sarsamadı demek mi istedi anlayamadım. Fakat ben burada ısmarlama meselesine daha çok takıldım. Şayet bakanımız tarih adına ahkâm kesmek yerine, bir bakan olarak şu diziyi kimin ısmarlamış olduğunu ve ne hedefler düşündüklerini araştırsaydı, asıl görevini ifa etmiş olurdu.

Şimdi, Bakan Beyin ifadeleri ve malum dizinin muhteviyatı ile neredeyse örtüşen bir romana dikkat edelim!

Babilde Ölüm İstanbul’da Aşk!

“Hurrem, Osmanlı tarihinin akışını değiştirecek bir kadının adıydı artık.

Ruhu aşk dolu şiirlerle okşanan ve gönlü muhteşem sultanın şi­irleriyle beslenen Hurrem, saraydaki ilk acısını büyük oğlu Mehmed’in ölümüyle tattı. Os­manlı tahtına Slav kanı taşıyan bir hü­kümdar olarak otura­caktı oysa Mehmed.

İs­tanbul’a ayak bastığım gün Gökçe Ali’nin gör­düğü Şehzade Külliyesi inşaatının bitirilmesi için Hurrem’in çok acele etmesinin ve mimarbaşı Si­nan Usta’ya hediyelerle birlikte üstü kapalı ültimatomlar gön­dermesinin altında yatan gerçek, meğer sultanın ilgisini kendi çocuklarından ayırmamak imiş. Bir anneden çok, taktik savaşı veren bir dişiye dönüştüğü günlermiş onlar.

Ben saraya girdi­ğim vakit halkın ve devletin ileri gelenlerinin, amansız rakibi Gülbahar’ın şehzadesi Mustafa’ya olan tutkularını yok etmesi gerektiğini düşünüyordu. Bunun için kendi üvey damadıyla, vezir İbrahim Paşa’yla kanlı bıçaklı olmayı bile göze almıştı. Oysa BC adına ilk akdi onunla yapmış ve amaç birliği etmişti.

Bağdat seferinden döndükten sonra Kanun Koyucu’nun, ço­cukluk arkadaşı ve damadı olan İbrahim’i boğdurtmak için de­vamlı damarlarına girmeye çalışması da, Kanun Koyucu’nun ilerleyen yaşıyla birlikte çoğalan ihtiraslarını bazı aşk oyunla­rıyla yönlendirip kanunlarını ona göre düzenlettirmesi de hep bu yüzdendi.

Yazık ki onun sevgili şehzadesi Mehmed ölmüştü. Sırada yer alan Cihangir çok zekiydi ama sakat ve kamburdu. Sara’ya yakalanmıştı. Selim ve Bayezid büyüyorlardı ama birincisi içkiye alışıp halk arasında “Sarhoş” diye anılmaya başlamış; ikincisi de dikbaşlılığıyla babasını çileden çıkarır olmuştu.

Öte yanda Gülbahar’ın Mustafa’sı herkes tarafından tahtın varisi olarak ün salıyordu. Üstelik büyük vezir İbrahim de ağırlığını Mustafa’dan yana kullanmaya eğilimliydi. Daha kötüsü de BC’nin geleceği için onun daha farklı planlarının bulunmasıydı. Sarayda BC menfaatlerini koruyan ve Osmanlı ülkesinden dünya devletlerine yönlendirilen BUAM idealleri ikisinin ortak kararı olarak uygulanıyordu.

Ne ki bu veliahd meselesi yüzün­den araları açılınca BC üzerindeki ortak menfaat ve yetkileri de çatışmaya başladı, işte Pargalı İbrahim için zaman da tam bu­rada çatlamış, Hurrem’in entrikalarına her zaman inanan hünkarın -ki aynı zamanda kayınbabası idi- emriyle dilsiz cellatlar elinde can vermişti. Onun idam edildiği gece nasıl sevindiğine ben tanığım. Marduk adına kurban vermiş bir Babil rahibi ka­dar huzur içindeydi. O gece bu kurbanın şerefineydi zannedi­yorum, yüzümü titrek mum alevine yaklaştırarak bütün öykü­mü baştan sona okumuş, sabaha doğru da ölüm sahnesinde oğlu Mehmed’i hatırlayıp ağlamıştı.

Pargalı’nın yerini alacak bir sadık köle lâzımdı artık Roksan’a. Ve bulmakta gecikmedi. Ünlü kehle hikâyesinin kahra­manı Rüstem’di bu. Üstelik BC’nin eksilen üyeliğini de ona ve­rip tamamlayabilir, belki ortak menfaatlerini daha etkin kabul ettirebilirlerdi. Üstelik o yıllar Akdeniz’de küçük devletçikler kurmaya ve bunlardan birini ileride öne çıkarmaya müsait yıl­lardı. İleride BUAM’ın kurulacağı bir ada devlet düşünüyordu zihninden. Rüstem’i saraydan bir dilberle evlendirirse kendisi­ne kul edinebileceğini düşünüyordu. Sarayın ateş parçası gü­zeli Mihrimah o günlerde baştan ayağa salt güzellik kesilmişti. Hurrem, Rüstem’e kızı Mihrimah’ı verecekti.

Yeni damat Rüstem, tıpkı İbrahim gibi servet ve saltanat hırsıyla yanıyor, vicdanındaki doğrulukla parlayan engelleri (!) bir bir siliyordu. Ne var ki İbrahim zorla kul olabiliyordu; Rüs­tem ise kul olmaya gönüllü idi. İbrahim bir gözdeydi; Rüstem’se bir köle. İbrahim tarih için yaratılmış gibiydi; Rüstem bir uvertür idi. Her köle gibi o da açıktan sâdık, ama içten pa­zarlıklı olacaktı.

Mihrimah “Güneş ve ay” demekti ve bu zarif kadının zih­ninde güneşin ışığı, gönlünde ayın nuru parlardı. Zavallı Mihrimah, o ay parçası güzellik, bir bit bezirganı ile çileli bir ömür sürdü ve bazı bazı da ona benzedi. Bir farkla ki, mut­suzluğunu örtmek için kendisini cami, sebil, çeşme türü ha­yır işlerine verdi ve insanlar, onun yüzünün güldüğünü o va­kit gördüler.

Hurrem, bir yandan BC adına diğer ülkelerdeki üstadlarla haberleşip fikirler alıyor, onların yönlendirmesiyle mülkünün ve gönlünün tahtında oturan sultanı yönlendirmeye çalışıyor, diğer yandan adım adım Şehzade Mustafa’nın kaderini çizme­ye başlıyordu.

Sahte mektup yazmaktaki yeteneğinin bütün in­celiklerini göstererek baba ile oğul arasına fitne sokmuş ve Konya’da, Ereğli civarında Kanun Koyucu’ya, yüzlerce karar ve­rip yüzlerce caymalardan sonra, canı gibi sevdiği oğlunu, im­paratorluğun ak coğrafyasını boğdurtmuştu. Karaköy limanına gelen gemilerden birine Mustafa’nın boğdurulduğu haberini gönderdiğinde Nebo’ya ikinci kurbanını göndermiş bir Babil ilahesi gibi hissetti kendini.

Oldum olası kendini sıradan in­sanlardan ayrı tutardı zaten. Gariptir, ona yaklaşmak isteyenler de bunu hisseder ve çekinirlerdi hep.

Gelip geçer; buna dünya derler, herkes gibi Hurrem de bü­tün ihtişamı ve yalnızlığıyla, bütün hüzün ve sevinciyle, bütün beyazları ve karalarıyla dünyaya veda etti.

Os­manlı sarayının gördüğü en dirayetli valide sultan, son nefesini verdiğinde, hem kaçmak, hem yakalanmak istediği Kanun Ko­yucu’nun yakınına gömüldü. Hem de aralarında biten gülün kokusu her ikisine de yetebilecek kadar yakınına… Ama yine de yapayalnız… Sinan Usta öyle yapmıştı türbesini…

46 yıl saltanat süren Kanun Koyucu acaba BC’den haberdar olsaydı, onca yıl koynunda besleyip bağrına bastığı kadınını toprağın altında da kucaklamak ister, bu kadar yakınına gömdürtür, onun için ayrıca bir kanun konulmasını ister miydi?”

Dizinin kaynağı mı?

Yukarıdaki satırları okuyanlar, bu ifadeler “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin senaryo kaynağı mı? Yoksa Sayın Bakan’ın açıklamalarının belgesi mi diye düşüneceklerdir. “Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk” başlığının Prof. Dr. İskender Pala’nın romanının adı olduğunu bilenler ise daha çok şaşıracaklardır. Zira neredeyse dizi, roman ve bakanın açıklamaları arasında müthiş bir benzerlik bulunmaktadır. İskender Bey belki doğrudan değil amma dolaylı yoldan (!) herhalde diziye oldukça kaynaklık etmiş olmalıdır. Fakat bir bilim adamı olarak kendisinin kaynaklarının neler olduğunu, düşünmek ve sormak ise bizim hakkımızdır sanırım.

Şayet şu suallere cevap verebilirse bu konuda aydınlanmış olacağız.

Şehzade Mehmed tahta çıksaydı “Slav kanı taşıyan bir padişah olarak” ne yapacağını düşünüyorsunuz? Bu zihniyete göre annesi farlı milletlere mensup olanlar neler yaptılar anlatır mısınız?

Yirmi iki yaşındaki çok sevdiği oğlu Mehmed’i kaybeden ve onun hatırasına yaptırılmakta olan bir caminin (Şehzadebaşı) heyecanını yaşayan bir annenin duygularına tercüman olmak yerine “taktik savaşı yapan dişi” yakıştırması ne kadar insanîdir?

BC nedir. İbrahim Paşa ile Hurrem Sultan nasıl bir amaç ve fikir birliği yapmıştır?

İbrahim Paşa ile beraber düşündükleri BC idealleri ve BUAM’ın menfaatleri nelerdir?

Kanuni Sultan Süleyman’a aşk oyunları ile düzenlettirdiği kanunlar hangileridir?

Şehzade Bayezid, Hurrem sağ iken hangi dik başlılığı yapmıştır?

Şehzade Selim’i daha şehzadeliğinde iken hangi kaynaklar sarhoş diye vasıflandırmaktadır?

Hurrem için “Marduk adına kurban vermiş Babil rahibi gibi” demekle ne kastedilmektedir?

“Nabu’ya ikinci kurbanını gönderen Babil ilahesi gibi” demekle Hurrem Sultan’a tanrıçalık mı atfedilmektedir?

Kanuni döneminin toplamda 26 yılına damgasını vurmuş İbrahim ve Rüstem Paşa’lar servet ve saltanat hırsıyla yanan iki idarecisi ise o dönem nasıl bir devir olacaktır?

Mihrimah Sultan hayır eserlerini dertlerini unutmak niyeti (!) ile mi yaptırmıştır? Bu nasıl bir niyet okumadır.

Hurrem ne zaman valide sultan oldu?

Osmanlıyı yıkmak üzere kurulmuş bulunan BC ve BUAM hangi milletin ve hangi inancın örgütüdür? O zaman İbrahim Paşa, Hurrem Sultan ve Rüstem Paşa’nın inançları hakkında ne düşündüğünüz herhalde daha kolay tespit edilebilir.

Okuyucularım yukarıdaki satırlara ne cevap vereceğimi düşünebilirler. Okumayanlara Kayı 4’ü okumalarını, okuyanlara ise bir defa daha okumalarını tavsiye etmekten başka diyeceğim bir şey maalesef yok!

İkinci sözüm ise Sertoli Salis, Fairfax Downey, Viorica Stircea, Turhan Tan, Talat Hasırcıoğlu ve A. Refik’in romanlarını ve hezeyanlarını doğru tarih diye millete yutturmaya kalkanlara olacak. Şeyh Galib’in deyimiyle:

Elân bir ihtimâl kaldı

İnsafın o yerde nâmı yok mu?

Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL