Men çe guyem! Ahmet Şimşirgil 20.08.2017

divan15Geçen hafta Pazar Divanı köşemdeki “Nereden nereye gelmiş” başlıklı yazımız bilhassa İlahiyat camiasında çok ses getirdi. Bir kısım hocalarımız tebrikte bulunurken bazı hocalarımız da rahatsız oldular. “Hepsini aynı kategoriye sokma” dediler. El-hak haklılar. Ben de yazımda onları tenzih etmiştim zaten. Nitekim benim fikirlerime katılan yüzlerce ilahiyat hocasının da farkındayım.

Bazıları “düşün ilahiyatçıların yakasından”, dedi. Garip bir kelam. O hocamız şunu diyebilir mi acaba: “İlahiyatçıların sözleri mutlak dindir?” Bunu söylüyorsa bir şey demem. Şayet bunu söyleyemezse hata edenlerin hatalarını söylemek tenkit etmek neden insanları rahatsız etsin? Ben de sırf bu sebeple isim vererek, fikirlerini yazarak o düşünce sahiplerinin yanlışını yazdım. Bu zihniyetin doğru İslam’a götürmeyeceğini belirterek bozgunluğun, bölünmüşlüğün buradan başlayacağını ifade ettim.

Ancak bu yazılardan birine cevap vermeden geçemezdim. Ankara İlahiyat Fakültesi Dekanı İsmail Hakkı Önal, bendenize hakaretle başlayıp, ilmimle dalga geçer şekilde, ince-kalın iğnelemelerle bir yazı kaleme almış. İnsan ateşlenince sıhhatli düşünemez ve ne diyeceğini bilemez hâle geliyor. Keşke biraz kendini toparlayıp da cevap yazmış olsaydı. Okuyucularıma benim yazımla onun cevabını dikkatlice okumalarını tavsiye ederim. Ardından hangi sözüme cevap verebildiğini sorgulasınlar!

Sayın dekan öncelikle yazımda anlattığım iki hatırama şüpheyle yaklaşmış ve “doğruluğunu test edemeyeceğimiz” şeyler demiş. Şayet gerçekten test etmek istiyorsa birincisi için; İslami İlimler Fakültesinden o dönemde mezun olmuş üç arkadaşın, ikincisi için de bir Vali Muavini ile Vakıflar Bölge Müdürünün telefonunu verebilirim. Şüpheleri izale olur.

Yine cevabında, İnönü meselesi ve Ankara İlahiyat Fakültesi’nin 1949 yılı ders müfredatı ile ilgili yazdıklarıma ise öyle bir değinmiş ki; “Men çe guyem tamburam çe zened” yani “Ben ne söylerim tamburum ne çalar” diye düşünmeden edemiyor insan. Ben 1949 yılını veriyorum. O ise 1912 ve 1933’lerden bahsediyor. Ben İnönü’nün 17 senedir tamamen kapattırdığı ve açtırmadığı İlahiyat Fakültesini, birdenbire 1949’da neden yangından mal kaçırırcasına açtırmış olduğuna dikkat çektim ve sorguladım.

İnönü’nün müfredat belirlemesi ile ilgili anekdota da takılmış sayın dekan. Onun kaynağını da araştırmak isterseniz, biraz yorulun lütfen. İpucu da vereyim. Hasan Ali Yücel’in hatıralarını, söyleşilerini okuyun. Bilginiz artsın.

Bahriye Üçok’u Ankara İlahiyat’ta yetişen hocalar kategorisine sokmama da çok içerlemiş ve araştırmacı tarihçi kimliğimin önüne (!) işareti koymuş. Siz sadece lisans talebesi mi yetiştiriyorsunuz? Yüksek Lisans ve Doktora yaptırdıklarınızı kabul etmiyor musunuz? Önce Üçok’un ilmî kariyer serüvenini bir araştırsaydınız keşke!

Hedeflerine ulaşmışlar!

Diğer taraftan Tahsin Banguoğlu’nun sözleri ile bana cevap vermeye kalkmış. O sözler Ankara İlahiyat Fakültesi tarihçesinde var. Peki orada 1949-50 yılının müfredatı da var. Bakınız bakalım. O müfredatta Fıkıh, Tefsir, Hadis ve Usul dersleri var mı? Kendi sitenizi görmekten bilmekten aciz olamazsınız. Ayrıca Banguoğlu başka şeyler de söylüyor. Bu derslerin eski medrese tedrisatını yeniden canlandırmaktan uzak olacağını belirtirken, irticai faaliyetleri yok etme fonksiyonundan da bahsediyor. Siz de Banguoğlu gibi, Osmanlı’nın 600 yıllık medrese sistemine düşman olup o dönemlere irticai faaliyetler gözüyle mi bakıyorsunuz?

Bakınız sizin hocalardan Prof. M. Said Hatipoğlu, “Bizim talebeliğimiz sırasında (1950-54) İlahiyat Fakültesinde namaz kılan bir tek Prof. vardı. O da rahmetli Tayyip Okiç idi” demektedir. Arapça derslerini kimden aldıklarını, Fakültenin kuruluşunda rol oynayan masonları da biliyor musunuz. Araştırın lütfen! Gördüğünüz üzere İnönü ve Banguoğlu hedeflerine tam ulaşmış!

Bakınız sayın dekan. Bazı hatalar düzeltilebilir. Dersler önce olmaz, sonra konulur. Fakat sitenizde fakültenizin maksadını bildiren ve ilahiyatların bu noktaya gelmesinde fevkalade önemli gördüğüm bir cümle var. Keşke yazıma aldığım o cümleye de cevap verseydiniz.

“İslami İlimlerin modern bilim zihniyeti ile okutulması” meselesi.

Ondan vazgeçmedikçe bu bataklıktan asla kurtulamazsınız. 

Allah derim!

Fen bilimleri sorgulamayı gerektirir. Tek bir şüpheniz varsa, 200 de olsa deney yaparak onu çözümlemeniz gerekir. Peki, bulduğuna yüzde yüz doğru mu diyeceksin? Elbette ki hayır. Bugün doğru diye kabul edilen gençlere ezberletilen fizik, kimya, matematik bilgilerinin belki yüzde ellisi yarın yanlış çıkmaya aday değil midir?

“Delilin nedir?” diyenler bilim tarihi ile meşgul olsunlar yeter. Böyle olmazsa bilgi ve ilim donardı. Peygamber efendimiz, “İlim bilgi müminin yitiğidir nerede bulursa alsın” buyurdu. Araştırmayı tecrübeyi emretti. Bunların hepsi tecrübi yani akli ilimlerdir.

Din ise önce inandım demekle başlar. Kelime-i şehadette şeksiz şüphesiz kabul vardır. Peygamber Efendimiz “İman, kocakarı imanı gibi olmalıdır” buyurdu. Kocakarı inandım dedi ve işi bitirdi. Allahü teâlâyı, melekleri, kitapları, cinleri, peygamberleri, ahiret gününü ne ile ölçüye vuracak ne ile sorgulayacaksın. Şayet cevabın akıl ise dikkat! O zaman sen, aklına, benliğine ve nefsine iman etmekten başka bir şey yapmıyorsun.

Merhum Necip Fazıl Üstadın şu kıtasını anlamaya o kadar muhtacız ki; 

Ey akıl nasıl delinmez küfen

Ebedî oluşun urbası kefen

Kursa da boşluğa asma köprü, fen

Allah derim, başka hiçbir şey demem 

Sayın dekan! Şimdi size bir tek soru soracağım. Kimyayı, matematiği İslami ilimlerin metodolojisi ile okutursanız ne olur? Lütfen bana anlatınız. İşte bunun gibi dinî ilimleri de kimya ve fizik metotları ile çözemezsiniz. Çözdüğünüzde Taslaman, Öztürk, İslamoğlu, Okuyan gibi adamlar çıkar!

Bir de sayın dekan ilahiyatçılarımız hakkında söylediğim sözlere nedense hiç değinmemişsiniz! Hüseyin Atay ile kaderi inkârda, Üçok ile orucu ve tesettürün şart olmadığında, Yaşar Nuri ile iman esaslarını üç olduğunda, Suat Yıldırım ile Nüzül-i İsa meselesini rette ve Mehmet Aydın ile Kur’an-ı kerimin yüzde kırkını atmak konusunda hemfikir misiniz?

Nedense bu sözlerime iftira dememiş, ses de çıkarmamışsınız. Şimdi de ben merak ediyorum. Bunlara karşı da sizin İlahiyatçı olarak cevabınız var mı? Malumunuz ben tarihçiyim. Size göre konuşma hakkım yok. Kim konuşacak bunları ve kim düzeltecek söyleyin lütfen!

Ve menkıbe!

Bu arada bizi hurafe ve menkıbeci diye yaftalamışsınız. Aslında menkıbe ile hurafeyi bir arada zikretmek cehalet değil ise nedir? Bir insana hem zalim hem de adil demek gibi! Peki siz evliya ve sultanların menkıbelerini topyekûn inkâr mı ediyorsunuz? Ben açık sözlü ve sözünün gerisinde duran biriyim. Menkıbeleri de kaynak olarak kullanırım sayın dekan. Katılmadığınız varsa söyleyin lütfen!

Elbette hadis-i şerifleri temizlemek için seferber olanlardan menkıbe okumaları beklenemez. Fakat açık olsalar mert olsalar üzülmeyeceğim. Hutbelerde oku fakat fakülteye girince reddet. Yaptığınız maalesef bu. Somuncu Baba, Akşemseddin, Aziz Mahmud Hüdayi, Mehmed Emin Tokadi, Hacı Bayram-ı Veli’nin menakıbı Fatih, Yavuz, Alparslan’ın anekdotlarına inanıyor musunuz? Yok bunlar değilse benim bir hurafe veya katılmadığınız menkıbemi gösterin. Yirmi beş tane eserim var sayın dekan! Okursanız size belki bol malzeme çıkar ne dersiniz?

Evet biz menkıbe anlatırız fakat naklettiğimizin arkasında da dururuz. Hatta sizin 2006 yılı Hac Organizasyonu İrşad Ekibinde iken hadis ayıklamak için verdiğiniz mücadele ile ilgili anekdotlarınızdan da anlatabilirim!

“Kel başa Şimşir tarak”... İster misiniz sayın dekan!

Hem böylece doğruluğunu daha rahat test edebilirsiniz.

Diğer anlattıklarımın sağlaması da olmuş olur!

Keşke sadece başınız kel olsaydı da bu hatalara düşmeseydiniz!

 

TEFEKKÜR

Ne bilsin bid'ate düçar olanlar

Tahkikini işin ehl-i fehm anlar...

Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil

20.08.2017 Türkiye Gazetesi