Tam İlmihal 3. Kısım 55. Madde

ÖLÜM, ÖLÜME HÂZIRLANMAK

Aşağıdaki bilgiler, seyyid Abdülhakîm bin Mustafâ efendi “rahmetullahi aleyh”in (Sefer-i âhıret) risâlesinden alınmışdır. Bu risâle basılmamışdır:

Îmânı olan ve aklı olan ve bâliğ olan erkek ve kadınlara, (Mükellef) denir. Mükellef olanların, ölümü çok hâtırlaması sünnetdir. Çünki, ölümü çok hâtırlamak, emrlere sarılmağa ve günâhlardan sakınmağa sebeb olur. Harâm işlemeğe cesâreti azaltır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hâtırlayınız!). Tesavvufculardan ba’zıları, hergün bir kerre hâtırlamağı âdet edinmişdi. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” hergün yirmi kerre, kendini ölmüş, mezâra konmuş düşünürdü.

Ölmek, yok olmak değildir. Varlığı bozmıyan bir işdir. Mevt, rûhun bedene olan bağlılığının sona ermesidir. Rûhun, bedenden ayrılmasıdır. Mevt, insanın bir hâlden başka bir hâle dönmesidir. Bir evden, bir eve göç etmekdir. Ömer bin Abdül’azîz “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, (Sizler, ancak ebediyyet, sonsuzluk için yaratıldınız! Lâkin bir evden, bir eve göç edersiniz!). Mevt, mü’mine hediyyedir, ni’metdir. Günâhı olanlara musîbetdir. Fakîrlere râhat, zenginlere azâbdır. Akl, Allahü teâlânın hediyyesidir. Cehâlet, doğru yoldan çıkmağa sebebdir. Zulm, insanın çirkinliğidir. İbâdet, gözün nûru olan, sevinc ve neş’edir. Allah korkusundan ağlamak, kalbin cilâsıdır. Kahkaha ile gülmek, kalbin zehridir. İnsan, ölümü istemez. Hâlbuki mevt, fitneden hayrlıdır. İnsan yaşamağı sever. Hâlbuki mevt, ona hayrlıdır. Sâlih olan mü’min, mevt ile, dünyânın eziyyet ve yorgunluğundan kurtulur. Zâlimlerin ölümü ile, memleketler ve kullar râhata kavuşur. Din düşmanlarından bir zâlimin ölümünde, hâtıra gelen eski bir beyti buraya yazmak uygundur. Beyt:

Ne kendi etdi râhat, ne âleme verdi huzûr,

yıkıldı gitdi cihândan, dayansın ehl-i kubûr.

Mü’minin rûhunun bedenden ayrılması, esîrin habsden kurtulması gibidir. Mü’min öldükden sonra, bu dünyâya geri gelmek istemez. Yalnız şehîdler, dünyâya geri gelip, bir dahâ şehîd olmak ister. Dünyânın iyiliği gitdi. Kederleri kaldı. Bundan dolayı ölüm, her müslimân için hediyyedir. Bir adamın dînini, ancak kabri korur. Mü’minlere yapılacak ikrâmlardan birincisi, ölümdeki sevincdir. Mü’mini râhatlandıran, ancak Allahü teâlâya kavuşmakdır. Her mü’mine mevt, hayâtından dahâ iyidir. Kâfirlere de mevt fâidelidir.

Çabuk tükenen şeyin peşinde koşuyorsunuz. Sonsuz kalacak şeye bakmıyor, ondan kaçıyorsunuz! Bir kimsenin ölümünde hayr yok ise, hayâtında da hayr yokdur. Allahü teâlâya kavuşdurduğu için, mevt sevilir. Sevdiğim adamın kalmasını da severim. Ölmesini de severim. Dost dosta kavuşmak istemez mi? Azrâîl “aleyhisselâm”, İbrâhîm aleyhisselâmdan rûhunu almak için izn istedikde, (Dost, dostun cânını alır mı?) dedi. Allahü teâlâ, Azrâîl “aleyhisselâm” ile haber gönderip, (Dost dosta kavuşmakdan kaçınır mı?) buyurunca, (Yâ Rabbî! Rûhumu hemen al!) diye düâ eyledi.

Allahü teâlânın emrlerine uyan bir mü’mine, ölümden dahâ sevincli birşey olmaz. Allahü teâlâya kavuşmağı seven mü’min, mevti ister. Mevt, dostu dosta kavuşduran bir köprüdür. Kavuşmak şevkı, büyük ve yüksek derecedir. Bu dereceye yükselen mü’min, mevtin gecikmesini istemez. Rabbine iştiyâkından dolayı, Ona kavuşmağı, Onu görmeği sever. Cenneti seven ve ona hâzırlanan insan mevti sever. Çünki, mevt olmayınca, Cennete girilmez.

Bir kimsenin îmân ile öleceği son nefesde belli olur. Bir insan, bu devlete kavuşunca, Allahü teâlânın ihsânları başlar. Bu ânda, elbette sevinir. Se’âdet sâhibi ol kimsedir ki, Azrâîl “aleyhisselâm” gelip, (Korkma, Erhamürrâhimîne gidiyorsun. Asl vatanına kavuşuyorsun. Büyük devlete erişiyorsun!) der. Böyle kimseye, bundan dahâ şerefli bir gün yokdur. Bu dünyâ, bir konakdır. O cihâna bakınca zindândır. Bu geçici varlık, bir görünüşdür. Gölge gibi, yavaş yavaş çekilmekde, geçip gitmekdedir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar). Dünyâ hayâtı, rü’yâ gibidir. Mevt uyandırıp, rü’yâ bitecek, hakîkî hayât başlıyacakdır. Müslimânın ölümü, hayâtdır. Hem de, sonsuz hayât!

Bir köylüye sen öleceksin demişler. O da, ölünce nereye giderim diye sormuş. Allahü teâlâya! cevâbını alınca, hayrı ancak kendisinde bulduğumuz Rabbime kavuşduracak olan ölümden korkum kalmamışdır der.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî “kuddise sirruh”, Azrâîl aleyhisselâmı görünce: (Çabuk gel, cânım çabuk gel. Beni Rabbime çabuk kavuşdur!) demişdir.

Cân vermek acısı, dünyâ acılarının hepsinden dahâ acıdır. Fekat, âhıret azâblarının hepsinden dahâ hafîfdir. Mü’min, rûhunu teslîm edeceği vakt, rahmet meleklerini, Cennet hûrilerini görüp, onların zevkı ile, cân verme acısını duymaz. Rûhu, tereyağından kıl çeker gibi, kolay çıkar. Ni’metlere kavuşur.

Her müslimânın, ölüme hâzırlanması lâzımdır. Bunun için de, tevbe etmelidir. Kul hakkı altında kalmamağa dikkat etmelidir. Ya’nî, hakları sâhiblerine verip halâllaşmalıdır. Allahü teâlânın haklarını da ödemek lâzımdır. Bu hakların en mühimmi, islâmın beş şartını yerine getirmekdir. Nemâz kılmıyan bir kimse, müslimânların hakkını da vermemiş oluyor. Çünki, her nemâzda oturunca, (Ve alâ ibâdillahissâlihîn) diyerek mü’minlere düâ etmek vazîfemizdir. Nemâz kılmıyanlar, mü’minleri bu düâdan mahrûm bırakıyor. Hakları olan bu düâyı yapmıyor.

Borcları ödiyerek, emânetleri sâhiblerine vererek, ölüme hâzırlanmak ve vasıyyet yazmak vâcibdir. 816. cı ve 1028. ci sahîfelere bakınız!

Ölüm, bir ânda gelebileceğinden, afvı kabûl olmıyan ve kabûl olabilir ise de, henüz afv edilmemiş olan (Had) ve (Ta’zîr) cezâlarının yapılmasına imkân bırakmak vâcibdir. Ya’nî, meydâna çıkmış olan günâhlarının dünyâdaki cezâlarının yerine getirilmesini te’mîn etmelidir. Afvı kabûl olmıyan suç, Server-i âlemi “sallallahü aleyhi ve sellem” sövmekdir. Afvı kabûl olan hadler, ya’nî cezâlar, zinâ, sirkat, iftirâ, içki içmek gibi suçların dünyâdaki cezâlarıdır.

Hasta olanların, bu vâcibleri dahâ çabuk yerine getirmesi lâzımdır.

Hastanın yatağı, çarşafı ve çamaşırları temiz olmalıdır. Sık sık değişdirmelidir. Çünki, temizliğin kalbe ve rûha büyük te’sîri vardır. Ölüm zemânında ise, temizliğin kalbe ve rûha te’sîri, başka zemânlardan dahâ mühimdir. Tedâvî câizdir. Fekat, şifâyı halk eden, devâda te’sîri yaratan Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, isterse, kullanılan ilâcda te’sîr halk etmez. Eğer öyle olmasaydı, her tedâvî edilen hasta, iyi olurdu.

Ağır hastalara iğne yaparak tesellî ilâcları vermemelidir. Hastaya eziyyetdir. Câiz değildir. Ağır hastaları hastahâneye kaldırmamalıdır. Evde, âilesinin, sâlih kimselerin yanında, Kur’ân-ı kerîm okuyarak ve Kelime-i şehâdet telkîn ederek, cân vermesine çok uğraşmalıdır.

Hastalıkda, îmân, i’tikâd bilgileri çok konuşulmalıdır. Gelen ziyâretciler, bunlardan konuşmalı, kimse gelmezse, hasta kendisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından âhıret bilgilerini okumalıdır. Kitâbdan okuyamazsa, düşünmelidir. Cenâb-ı Hakkın rahmetinin bol olduğunu gösteren hikâyeler söylenmeli, günâhların, Allahü teâlânın merhameti yanında hiç oldukları hâtırlatılmalıdır. Afv ve magfiret ümmîdi çok olmalıdır.

Hasta, nemâzlarını geçirmemeğe, her zemândan dahâ çok dikkat etmelidir. Kalbini Allahü teâlânın sevgisi ile doldurmalı, Kelime-i tevhîdi çok söylemelidir. İslâmiyyetin emrlerini yapmağa dikkat etmelidir. Vasıyyet etmeli veyâ yazmalıdır.

Hastaya, imâm-ı Alînin “radıyallahü anh” ve çocuklarının sevgisi pek lâzımdır. Çünki, Ehl-i beyti sevmek, son nefesde îmân ile gitmeğe sebeb olacağını, Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sözbirliği ile söylemekdedir.

Ölüm hastası, İhlâs sûresini [ya’nî Kulhüvallahü ehad] çok okumalıdır. Yatağı karşısında (Kelime-i tevhîd) yazılı levha asılı olmalıdır.

Karyola ve yatak yerini ve odayı değişdirmek, hastaya ferahlık verir. Kâbil ise hasta, abdestli olmalıdır. Hizmetci, aşçı, hemşîre kadınlar, mahrem olmadıklarından, çok büyük mahzûrdur. Hastaların, ihtiyârların kızı, âile yerini tutamaz. Mahrem hizmetleri yapamaz. İhtiyârların, hastaların harâmdan kurtulmak için, hizmet eden kadını nikâh etmeleri lâzımdır. Dedikoduya ehemmiyyet vermemeli, genç de olsa, hizmet edecek nikâhlı âile edinmelidir.

Ziyâretciler, hasta yanında çok oturmamalıdır. Sevdiği insanlar olsa da, çabuk kalkmalıdır. Hasta teklîf ederse, biraz dahâ oturup, kalkmağa teşebbüs etmeli, tekrâr teklîf etmezse gitmelidir. Ağır hastanın yanına kimseyi sokmamak doğru değildir. Hasta istemese de, sâlih insanlar, gidip, bir İhlâs okuyacak kadar oturmalıdır. Doktor, kimse görüşmesin, konuşmasın dedi diyerek, hastayı mahrûm etmemelidir. Yanına sulehâ girip, Yasîn-i şerîf okumalıdır. Gizli okumak da fâidelidir.

Hasta yanında, hastalığı artdıracak, merâklı sözler söylememeli, gazetelerden, hikâyelerden, mal, ticâret, siyâset ve hükûmetden lâf açmamalıdır.

Ölüm hastası halâlden ve mümkin olduğu kadar abdestli ve kalbi uyanık kimselerin Besmele ve düâ ile hâzırladığı şeyleri yimelidir.

Hasta yanında, Velîlerin, âlimlerin ve sâlihlerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hikâyeleri ve sözleri konuşulmalı, bunlara sevgisi artdırılmalıdır. Evliyâ-yı kirâmın “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” söylenmesi, rahmete sebeb olur.

Ölüm alâmetleri görülünce, yanında, çocuk, cünüb, özrlü kadın bulundurulmamalıdır. Odada ve hattâ evde resm bulunmamasına çok dikkat etmelidir. Yanında âlim, sâlih birkaç kimse bulunup, zorlamamak üzere, Kelime-i tevhîd söylemesi te’mîn edilmelidir. Söylemesi için sıkışdırmamalıdır. Yanındakiler söyleyip ona duyurmalı, usandırmamalıdır. Bir kerre söyler ise, bir dahâ söyletmemeli, başka şey söyler ise, Kelime-i tevhîdi bir dahâ söylemesi hâtırlatılmalıdır. Ya’nî, son sözü, Kelime-i tevhîd olmalıdır. Zorlamadan, bir kerre, (Lâ ilâhe illallah) demek, yanındakilere sünnetdir. Kelime-i tevhîdi hâtırlatanların, hastanın düşmanı, vârisi olmaması uygundur. Kimse yok ise, vâris hâtırlatır.

Hasta yanında (Yasîn) sûre-i şerîfesini okumak mühim sünnetdir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Yanında Yasîn-i şerîf okunan hasta, suya doymuş olarak vefât eder ve doymuş olarak kabre girer). Ya’nî, cân vermenin hâsıl edeceği susuzluğu duymaz. Yasîn sûre-i şerîfesi, kıyâmetde olan şeyleri, dünyânın geçici olduğunu, Cennet ni’metlerini ve Cehennemdeki azâbları bildirdiğinden, hasta yanında okununca, îmân ile gitmeğe sebeb olan şeyleri işitmiş olur. (Ra’d) sûresini okumak, rûhun çıkmasını kolaylaşdırır. İnsan ölünce, Hanefîde necs olur. Kur’ân-ı kerîm, yanında değil, karşısında ve sessiz okunabilir. Diğer üç mezhebe göre necs olmaz.

Kur’ân-ı kerîmi, ölüler de işitir ve fâidelenir. Cenâze taşıyanların, kabr ziyâret edenlerin, maddî bir karşılık düşünmiyerek, Kur’ân-ı kerîmden bir parçayı, Allah rızâsı için okuyarak, sevâbını meyyitin rûhuna hediyye etmeleri sünnetdir.

Ölüm hâlinde su içirmek sünnetdir. İhtiyâcı görülürse vâcib olur. İçince ferahladığı görülürse vâcibliği artar. O ânda şeytân, sâf su gösterip, senden başka ma’bûdüm yokdur dersen, sana içiririm dediği, hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir. Yasîn sûre-i şerîfesini okumanın on fâidesi vardır:

1 — Aç olan, tok olur. Ya’nî, ummadığı yerden rızk gelir.

2 — Susuz olan, kanıncıya dek su bulur.

3 — Elbisesi olmıyan, elbise bulur.

4 — Eceli gelmiyen hasta şifâ bulur.

5 — Eceli gelen hasta ölüm acısı duymaz.

6 — Ölürken, Cennet melekleri gelip, görünür.

7 — İnsan korkduğundan emîn olur.

8 — Müsâfir ve garîb yardımcı bulur.

9 — Bekârların evlenmesi kolay olur.

10 — Gayb olan şey bulunur.

Fekat bunlara niyyet ederek ve inanarak okumak lâzımdır.

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Ölüm hastası yanında, bir sûre okununca, her harfi için bir melek gelip, rûhun kolay çıkmasına düâ eder. Yıkanırken yanında bulunurlar. Cenâzesi ile birlikde giderler. Nemâzında bulunurlar. Gömülürken bulunurlar. Hep düâ ederler). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Müslimân bir hasta yanında Yasîn-i şerîf okunursa, Rıdvân ismindeki melek Cennet şerbeti getirir. Suya doymuş olarak rûh teslîm eder. Doymuş olarak kabre girer. Suya ihtiyâcı olmaz.)

Hasta, Allahü teâlânın afvına, merhametine güvenmeli, Rabbim beni magfiret eder demelidir. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde buyuruyor ki, (Kulum, beni nasıl umarsa, onu öyle karşılarım. Öyle ise, benden hep iyilik bekleyiniz!). Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, vefâtından üç gün önce buyurdu ki, (Allahü teâlâdan iyilik umarak cân veriniz!). Hasta yanındakilerin, iyilik ümmîdini artdıracak şeyler söylemesi, Rabbimizin rahmetini umduğumuzu hâtırlatmaları sünnetdir. Ölüm hâli görülünce, rahmet ümmîdini artdıracak şeyler söylemek vâcib olur. Kılmamış nemâzları varsa, tevbe etmesine teşvîk eylemek sünnetdir.

Ölür ölmez, borclarını bir ân önce ödemelidir. Borcları ödenmedikce, rûhu, iyiler derecesine kavuşamaz. Zevcesine, vaktîle ödemediği (Mehr), ya’nî nikâh parası da, borcudur. Verilmemiş, birikmiş zekât, fıtra da borcdur. Hırsızlık etmesi, zor ile alması da borcudur. Kabre koymadan, borclarını ödemek mümkin olmaz ise, meyyitin velîlerinden [ya’nî yakın akrabâsından] biri, borcu (Havâle üsûlü) ile, kendi üzerine alır. Ya’nî borclar bunun olur. Böylece, hak sâhiblerinin kabûl etmesi ile, meyyit borcdan kurtulmuş olur. Borclar, velî üzerinde kalır. Bu yol, havâle üsûlüne tam uymuyor ise de, meyyitin ihtiyâcı çok olduğu için, islâmiyyet izn vermişdir. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” borclu olan birinin nemâzını kılmak istemedi. Ebû Katâde-i Ensârî “radıyallahü anh” ismindeki bir sahâbî, borcunu, bu üsûl ile, kendi üzerine alarak kabûl edince, cenâze nemâzını kılmağı kabûl buyurdu. Bu meyyitin borcu iki dînâr, ya’nî iki miskâl [4,8 gramlık sikkeli, ya’nî kesilmiş, ölçülü iki altın] olup, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ebû Katâdeye, (Bu iki altın borc, senin üzerine oldu mu ve meyyit borcdan kurtuldu mu?) buyurdu. Ebû Katâde (Evet) deyince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, cenâzenin nemâzını kıldı. Görülüyor ki, yabancı bir kimse de borcu kendi üzerine alırsa, meyyit borcdan kurtulmakdadır. Borcu üzerine alan kimsenin alacaklıya (Meyyiti halâl et!) demesi uygun olur. Böyle halâllaşma ile, meyyit borcdan temâmen kurtulur.

Gerek böylece, gerekse, islâmiyyetin gösterdiği başka yollar ile, meyyit, haklardan kurtarıldıkdan sonra, vasıyyeti yerine getirmek lâzımdır. Günâh olan birşeyi yapmak için vasıyyet etmek sahîh olmaz. Böyle vasıyyetler yerine getirilmez. Böylece, meyyit, vasıyyetden hâsıl olan sevâbdan ve düâdan mahrûm bırakılmamış olur.

Hastalıkdan ve dünyâ sıkıntılarından kurtulmak için ölümü istemek câiz değildir. Dinde sıkıntı ve fitnelerden korkarak, Allahü teâlâdan ölümü istemek sünnetdir. Allah yolunda şehîd olmağı istemek de böyledir. Mekke-i mükerremede ve Medîne-i münevverede olduğu zemânda ve Evliyâ-yı kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” türbelerinin yanında ölümü istemek de câizdir. 

Allahü teâlâya kavuşmağı sevdiği için ölümü istemek müstehabdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir kimse, Allahü teâlâya kavuşmağı severse, Allahü teâlâ da ona kavuşmağı sever).

Tedâvî, ya’nî doktora gitmek, ilâc kullanmak sünnetdir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Hastalığınızı tedâvî ediniz! Çünki, Allahü teâlâ, ölümden başka her hastalık için, devâ, ilâc yaratmışdır).

(Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cildde diyor ki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” üç dürlü ilâc kullanırdı: Kur’ân-ı kerîm veyâ düâ okurdu. Fen ile bulunan ilâcları kullanırdı. Her ikisini karışık kullanırdı. (Kur’ân-ı kerîmden şifâ beklemiyene şifâ nasîb olmaz) buyururdu. (Fâtiha) sûresini okumanın, hastalıklara şifâ olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler (Beydâvî) ve (Çerhî) tefsîrlerinde ve Senâullah-ı Dehlevî “rahmetullahi aleyh”nin yazdığı (Tefsîr-i Mazherî)de yazılıdır. İmâm-ı Kuşeyrî “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki, Kur’ân-ı kerîmdeki altı şifâ âyetini bir tabağa yazıp, su koyarak eritilir. Hasta içerse Allahü teâlâ şifâ ihsân eder. Âyet-i kerîme ve düâ elbette şifâ verir. Fekat şartların gözetilmesi de lâzımdır. Okuyanın veyâ yazanın ve hastanın buna inanması şartdır. Hastanın, zararlı olan gıdâlardan, şübheli ilâclardan perhîz etmesi, soğukdan sakınması, lüzûmlu şeyleri yapması, harâmdan, zulmden sakınması lâzımdır. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâyı unutarak, gafletle edilen düâ kabûl olmaz) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz hasta olunca, (Kul e’ûzü)leri okuyup, kendi üzerine üflerdi.

(Şifâ âyetleri) şunlardır: Tevbe sûresi, ondördüncü âyetinin sonu, Yûnüs sûresi, elliyedinci âyetinin ortası, Nahl sûresi, altmışdokuzuncu âyetinin orta kısmı, İsrâ sûresi, seksenikinci âyetinin baş tarafı, Şü’ârâ sûresinin sekseninci âyeti, Fussilet sûresi, kırkdördüncü âyetinin orta yeridir. Bunlar, safranlı su gibi, renkli bir sıvı ile bir çanağa yazılıp, yağmur suyunda eritilir. Zevceden mehr parasından hediyye isteyip, bu para ile bal alınır. Balı bu su ile karışdırıp içmelidir. Şifâ âyetlerini, abdestli olarak, bir kâğıda yazıp, bu kâğıdı, bir kapdaki suya koymak da olur.

(Tuhfe) kitâbının sonlarında, şî’îlerin onüçüncü te’assublarını anlatırken buyuruyor ki, imâm-ı Alî Rızâ hazretleri Nîşâpûra gelince, Ehl-i sünnetden yirmibinden çok âlim ve talebe, kendisini karşıladı. Dedelerinden gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar. İmâm hazretleri, bütün dedelerinin ismlerini sayarak, şu kudsî hadîsi okudu: (Lâ il