Maverdi

Tefsîr ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimidir.

Künyesi Ebü'l-Hasen olup, ismi Ali bin Muhammed bin Habîb el-Basrî'dir. Mâverdî adıyla meşhur oldu. Lakabı, Akdâl-kudât'dır (Kadılar kadısı).

364 (m. 974) de Basra'da doğdu.

450 (m. 1058) senesinin Rebî’ül-âhır ayında Bağdad'da vefat etti.

Çocukluğu ve gençliği Basra'da geçmiş, tahsilinin büyük bir bölümünü de orada yapmıştır. Daha sonra zamanının en önemli ilim ve kültür merkezi olan Bağdad'a gelmiş, çeşitli âlimlerden ders alarak müteaddit ilim dallarında ihtisas sahibi olmuş ve icazet (diploma) almıştır. Bağdad'da fıkıh, hadîs ve tefsîr sahasında birçok talebe yetiştirirken, burada ve diğer yerlerde iftâ (fetva verme) ve kaza (hâkimlik) vazifelerini de yerine getirmiştir. Hayatını İslâmiyete hizmet etmekle geçiren Mâverdî, daha sonraki nesillere çok faydalı olan birçok eser bırakmıştır. Dirayeti ve ilminin yüksekliğiyle devrinin devlet adamlarından büyük rağbet ve i'tibâr görmüş, Abbasî halîfelerinin mâruz kaldığı siyâsî hâdiselerin önüne geçilmesinde faal bir rol oynamıştır. Siyâsî bunalımların çözümünde büyük bir ilim ve irfana sâhib olması, tecrübesi, dirayeti ve halifenin yanında yer alması ile devlete yardımcı olmuştur.

Mâverdî 450 (m. 1058) senesinin Rebî’ül-âhır ayında Bağdad'da vefat etti. Cenaze namazını talebesi büyük âlim Hâtib el-Bağdâdî kıldırdı. Birçok âlimi sinesinde saklayan "Bâb-ı Harb" kabristanına defnedildi. Cenazesinde birçok devlet adamı ve ulemâ hazır bulundu.

Ahlâkı ve şahsiyeti

Mâverdî hazretlerinin ilmî açıdan olduğu gibi, ahlâkî meziyetlere sâhib olmak bakımından da bütün insanlara örnek olacak bir hâli vardı. Hayatı boyunca hak bildiğine göre davranmayı şiar edinmiş, küçük veya büyük herhangi bir menfaat düşüncesiyle dîninden ve şahsiyetinden hiçbir zaman en ufak bir fedâkârlıkta bulunmamıştır. Her ne pahasına olursa olsun, hakkın ve haklının yanında olmak, vekar ve haysiyetine leke getirecek her türlü hafiflikten uzak, nefsin bencilliğinden kurtulup tevâzu sahibi olmak, asâletli bir iffet ve hayâ duygusuna sâhib olmak gibi müstesna hasletleri şahsında toplayan nâdir şahsiyetlerdendir. Kendisini tanıyan bir zât, "Ondan daha vakur (ağırbaşlı) kimse görmedim. Kendisinden bir defa bile gayr-i ciddî bir söz ve hareket meydana geldiğine şâhid olmadım" demektedir. İnsanlarla olan münâsebetlerde en çok saygı hâsıl eden ciddiyet, vekar ve edeb hâli mükemmel bir şekilde kendisinde mevcut idi. Devlet adamlarından saygı ve i'tibâr görmesinin, hattâ değişik devlet adamlarının aralarındaki ihtilâfların giderilmesinde sulh vazifesi görmesinin sebebinin, bu hâli olduğu bildirilmektedir. İnsanlarla olan münâsebetlerde çok ölçülü davranırdı. Yanlarında ilmî ve ciddî mes'eleler konuşulması mahzurlu olanlara karşı, anlıyabilecekleri şeyleri anlatır, onların nefretine sebep olabilecek sözlerden sakınırdı. Bu konuda "İnsanlara huylarına uygun şekilde muamelede bulunun. Fakat câhillerin yanlış davranışlarına da kendinizi kaptırmayın" hadîs-i şerîfini kendisine düstur edinmişti. Lüzumsuz ve manâsız suâl soranlara ters cevap vermez, hiddetlenmezdi. Tatlı dil, güler yüz ve ince nüktelerle suâl soranı ikna edip, yardımcı olurdu. Birgün meclisinde talebelerine ilim öğretirken, yaşı sekseni aşmış bir ihtiyar gelerek, "Bana Hz. Âdem'in ve İblis'in yıldızlarından haber ver. Bu mühim bir mes'eledir. Ancak âlimlere sorulur" dedi. Mâverdî hazretleri ve orada bulunan talebeler, bu suâle hayret ettiler. Hattâ orada bulunanlardan bazıları o kişiyi terslemek istediler ise de, Mâverdî hazretleri mâni olup, "Bu adam, ancak sorduğu suâl cinsinden bir sözle tatmin olur" dedi. O kişiye dönerek, "Kardeşim, yıldızlarla uğraşanlar (müneccimler), bir kimsenin doğum târihi bilinmedikçe onun yıldızı hakkında birşey söylemenin mümkün olmadığını söylüyorlar. Sen önce sorduğun kimselerin doğum târihlerini öğren" dedi. O kişi sevinip, teşekkür ederek o meclisten ayrıldı. Bir zaman sonra gelerek, "Bu güne kadar, Hz. Âdem ile İblis'in yaratıldıkları târihi bilene rastlıyamadım" dedi. Bu hâdiseye şâhid olanlar, insanlara ters cevap vermenin kırıcı davranmanın bir faydası olmayacağını, insanları idare etmek ve hâllerine göre cevap vermek lâzım olduğunu anladılar.

Mâverdî hazretlerinin firâseti keskin, zekâsı ve engin tercübeleri ile insanların pekçok özelliklerini teşhis etme kabiliyeti fazla idi. Birgün bir kimse meclisine gelerek, kendisiyle görüşmek istedi. O kimse ile bir müddet konuştuktan sonra, "Senin doğum yerin Azerbeycan, yetiştiğin yer de Kûfe olmalı" dedi. O kimse de, "Evet doğru söylediniz" dedi. Bu ve benzeri hâdiselerden, onun sâdece kendi çevresini değil, başka memleketlerin de yaşayış tarzlarını, konuşma biçimlerini ve âdetlerini tanıdığı anlaşılmaktadır.

İstikrarlı bir şahsiyetin ve yüksek seciyenin vazgeçilmez şartlarından olan ciddiyet, vekar ve edeb hâlinin en iyi şekli Mâverdî hazretlerinde görülmektedir. Bu üç meziyet, onu yalnız toplumda sevilen, sayılan ve i'tibâr gören bir ferd olarak bırakmamış, aynı zamanda en karmaşık siyâsî problemlerde, hattâ devletlerarası anlaşmazlıklarda hakemliğine ihtiyaç duyulan ve verdiği hayatî kararlarla taraflar nezdinde inandırıcı olan önemli bir danışma mercii hâline getirmişti. Toplumda bu kadar muteber bir yere sâhib olmasında, ilmî otoritesi kadar, şahsiyetini bütünleştiren, mizacının temel taşlarını meydâna getiren üstün ahlâkî meziyetlerinin de büyük payı vardı.

Zamanının halîfesi Kâim bi-emrillâh 439 (m. 1047) senesinde "Şehinşâh-ı a'zam ve Celâlüddevle" lakabları bulunan İbn-i Büveyhî'ye, "Melik-ül-mülûk" lakabını da verdi. Hatibler de kendisini bu ünvanla zikretmeğe başladılar. Birçok âlimler, bu ünvan hakkında çeşitli şeyler söylediler. Bazıları "Hadd-i zâtında Allahü teâlâya âit olan bu sıfatın, mecaz olarak yeryüzündeki meliklerin meliki manâsına kullanılabileceğini, Akdâl-kudât ünvanının kullanılması gibi olduğunu söylediler." Bazıları da aksini söylediler. Mâverdî de bunlardan idi. Sultan Celâlüddevle'nin çok yakını olduğu hâlde, böyle bir sıfatın fânî olan bir hükümdar için kullanılamıyacağını söyledi. Bu sözünü de müdâfaa etti. Bir süre sonra Celâlüddevle kendisini da'vet etti. Duyanlar, acaba üstâda sıkıntı, eziyet mi verecek? diye düşündüler. Mâverdi hazretleri huzuruna geldiğinde, Celâlüddevle dedi ki, "Ben iyice anladım ki, eğer sen, dîninde zayıf olsaydın, aramızdaki samimiyeti ve yakınlığı düşünerek, mutlaka benim lehimde konuşurdun. Seni öyle konuşturan, Allahü teâlâya olan muhabbetin ve O'nun dînine olan bağlılığındır. Bu sebeble ben, şimdi seni eskisinden daha çok seviyorum, benim yanımdaki değerin şimdi daha fazladır."

Mâverdî'nin hocaları

Mâverdî ilim ve kültürünü zamanın iki önemli ilim merkezi olan Basra ve Bağdad'da almıştır. Mâverdî zamanının medreselerinde okunan çeşitli ilim sahalarında icazet (diploma) sahibi idi. Hadîs, fıkıh, tefsîr, ahlâk, siyâset ve dil alanlarında çok kıymetli eserler veren Mâverdî; Hasen bin Ali bin Muhammed el-CebelîMuhammed bin Mu'alla el-EzdîMuhammed bin Adiyy el-Minkarî ve Ca'fer bin el-Fadl el-Bağdâdî'den hadîs ilmini öğrenmiş ve hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.

Fıkıh ilmini öğrendiği hocaları şunlardır: Ebü'l-Kâsım Abdülvâhid bin Hüseyn es-Saymerî; Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinden olup, Basra'da yetişmiş fıkıh âlimlerinden idi. Ebû Hâmid Ahmed bin Muhammed bin Ahmed el-İsferâînî; Eş-Şeyh lakabıyla tanınan ve Bağdad'da yetişen Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinden idi. Abdullah bin Muhammed Şeyh-ül-imâm Ebû Muhammed el-Bakî; fıkıh bilgisi yanında, edebiyat bilgisini Mâverdî bu âlimden öğrenmiştir.

Mâverdî'nin talebeleri 

Mâverdî hazretleri, hayatının büyük bir kısmını talebe yetiştirmekle geçirmiştir. Yetiştirdiği talebelerin meşhurları şunlardır:

1. El-Hatîb-ül-Bağdâdî Ebû Bekr Ahmed bin Ali bin Sabit; hadîs ve târih ilminde meşhur olmuş bir âlimdir. Târih-i Bağdâd isimli ondört cildlik bir eseri çok meşhurdur.

2. Ebü'l-Fadl Ahmed bin Hasen bin Hayrûn el-Bağdâdî; hadîs ilminde söz sahibi bir âlimdir, İbn-i Hayrûn adıyla meşhurdur.

3. Abdülmelik bin İbrâhim bin Ahmed Ebü'l-Fadl el-Faradî el-Makdisî; siyer ve garib-ül-hadîs alanında geniş bilgisi vardı. Fıkıh bilgisini Mâverdî'den öğrenmiştir. Zamanının ferâiz mes'ele ve hesaplarını bilen en meşhur âlimi idi.

4. Muhammed bin Ahmed bin Abdulbâkî de fıkıh bilgisini Mâverdîden almıştır.

5. Abdurrahmân bin Abdülkerim bin Hevâzin Ebû Mensûr el-Kuşeyrî; meşhur mutasavvıf, Risâle-i Kuşeyrî adlı eserin yazarı olan İmâm-ı Kuşeyrî'nin oğludur. Mâverdî'den hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.

6. Abdülvâhid bin Abdülkerim bin Hevâzin Ebü'l-Kâsım el-Kuşeyrî, bu zât da İmâm-ı Kuşeyrî'nin oğlu olup, Mâverdî hazretlerinden hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.

7. Mehdî bin Ali el-İsferâînî Ebû Abdullah, Mâverdî'den hadîs-i şerîf rivâyet eden islâm âlimlerindendir.

8. Ebû Bekr el-Halvânî Ahmed bin Ali bin Bedrân; kıraat ilminde meşhur olan bu zât, Mâverdî'den hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.

9. Ebül-Ferec Muhammed bin Ubeydullah bin el-Hasen el-Basrî, hitabeti çok düzgün ve güzel olan bu zât, Mâverdî hazretlerinden hadîs-i şerîf rivâyet eden âlimler arasındadır.

10. Ebû Muhammed el-Mısrî Abdülganî bin Nâzil bin Yahyâ; dindar, sâlih ve çok sabırlı bir âlim olan bu zât, Mâverdî'den hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.

11. Ebû Amr en-Nihâvendî Muhammed bin Ahmed bin Ömer, Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden olmasına rağmen, İmâm-ı Mâverdî'nin ilim meclisine devam etmiş ve hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.

12. Ebül-Izz Ahmed bin Ubeydullah bin Kâdiş el-Ukberî; Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinden olup, Mâverdî'den hadîs-i şerîf rivâyet eden âlimler arasındadır. Ayrıca İmâm-ı Mâverdî'den Ebü'l-Ganâim Muhammed bin Ali el-Kûfî de hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.

İmâm-ı Mâverdî'den İslâm âlimleri büyük bir övgü ile bahsetmektedirler. Bunlardan Hatîb-i Bağdâdî, "Mâverdî, Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinin ileri gelenlerindendir. Fıkıh, usûl-i fıkıh ve diğer ilim dallarında birçok eserleri vardır. Kendisi birçok alanda söz sahibi bir âlimdir" demiştir. Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Ebû İshâk eş-Şîrâzî de, "Mâverdî, Basra'da ve Bağdad'da yıllarca fıkıh, usûl-i fıkıh ve edebiyat dersleri vermiştir. Mâverdî, Şafiî mezhebinde hâfız ve fıkıh bilgisine tam vâkıf idi" demiştir.

İbn-i Hallikân, Vefeyât-ül-a’yân kitabında; "Mâverdî, Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinin ileri gelenlerinden ve büyüklerinden idi. Şafiî mezhebi fıkhına âit Kitâb-ül-hâvî adında bir eseri vardır. Bu eseri okuyan herkes, Mâverdî'nin Şafiî mezhebinin derin bilgilerine tam vâkıf olduğuna inanır" diye bahsetmektedir. Tâceddîn es-Sübkî ise Tabakât-üş-Şâfiîyye; adlı eserinde, "Mâverdî diye tanınan kadri yüce, mertebesi yüksek olan bu âlim, büyük bir imâm idi. Şafiî mezhebi fıkıh ilminde üstünlüğü yanında diğer ilimlerde de söz sahibi idi" diye yazmaktadır.

Mâverdî'nin tefsîr ilmindeki yeri 

Mâverdî'nin tefsîr ilminde önemli bir yeri vardır. Bu alanda yazdığı Kitâb-ün-Nüket vel-uyûn isimli tefsîri çok meşhurdur. Mâverdî bu kitabının önsözünde, Kur'ân-ı kerîmdeki âyet-i kerîmelerin bir kısmının kolay anlaşılabilir, diğer bir kısmının ise anlaşılması çok güç olduğunu, bu bakımdan manâsı zahir olanların herkes tarafından anlaşılabileceğini, fakat hafi ve zor olanların açıklanmasının ancak âlimlere mahsus olduğunu, bunun da hem Kur’ân-ı kerîmdeki i'câzın (manâsı gibi lafzının da mu'cize olma, insanları acze düşürme özelliğinin) herkesçe anlaşılması, hem de hakîkî âlimlerle câhillerin birbirinden ayrılması hedefine yönelik bulunduğunu bildirmektedir. Manâsı açık olanların okumakla anlaşılabileceğini, hangi manânın kasdedildiğini anlamanın müşkil olduğu yerlerde ise ya Peygamber efendimizden "sallallahü aleyhi ve sellem" ve Eshâb-ı kirâmdan gelen nakil veya naklin bulunmadığı yerde içtihada başvurulması gerektiğini ifâde etmektedir.

Tefsîrinde sâdece anlaşılması zor âyetler üzerinde durup, bunların te'vîline ve insan zihnini yoracak noktaların açıklığa kavuşturulmasına önem vermiş, bu maksatla ilk devir âlimlerinin sözleriyle, sonra gelen ilim adamlarının açıklamalarını birleştirmeye çalışmıştır. Bunu şöyle açıklamaktadır: "Kolaylıkla istifâde edilebilmesi ve derli toplu olması için manâsı açık ve kolay olan âyet-i kerîmelerin tefsîri cihetine gitmedim. Anlaşılmasında zorluk bulunan ve hangi manâya geldiği kesin olarak anlaşılmayan âyetlerin açıklığa kavuşması için başvurulacak temel prensipler olması bakımından çeşitli açıklamaları, tertip içinde sıralamayı da uygun buldum."

İmâm-ı Mâverdî, tefsîrinde Eshâb-ı kirâm ve Tabiînden tefsîr haberlerini nakil ve rivâyet etmiştir. Abdullah bin Abbâs "rahmetullahi aleyh" başta olmak üzere, Kur'ân-ı kerîm tefsîri ile ilgili rivâyet ve görüşlerde kendilerinden istifâde edilen Abdullah bin Mes'ûd bin Ka'b, Zeyd bin Sabit gibi ileri gelen Sahâbîlerden bol miktarda rivâyette bulunduğu gibi, Hulefâ-i Râşidîn'den de görüş nakletmiştir. Tabiîn rivâyetlerine ve görüşlerine çok önem veren Mâverdî, tefsîr haberleri konusunda, Mücâhid bin Cebr, Sa’id bin Cübeyr, Said bin Müseyyib, Hasen bin Ebi'l-Hasen Yesâr, Muhammed bin Sîrîn, Şa'bî, Âmir bin Şerâhîl, İmâm-ı Zührî, Katâde bin Di'âme, Zeyd bin Eslem, İbn-i Cüreyc, Abdullah bin Zekvân gibi meşhur Tâbiînlerden istifâde etmiştir.

Mâverdî'nin hadîs ilmindeki yeri

İmâm-ı Mâverdî, hadîs ilminde de söz sahibi âlimlerden idi. Güvenilir bir âlim olup, Peygamber efendimizden "sallallahü aleyhi ve sellem" çok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Zamanının meşhur hadîs âlimlerinden ders almış ve bu ilimde icazet (diploma) sahibi bir âlim olarak meşhur olmuştur. Kitaplarında her konuyu anlatırken, o konuyla ilgili hadîs-i şerîflerle konuya açıklık getirmiştir. Böylece İslâm dîninin bir nakil dîni olduğunu göstermekte ve hiçbir zaman dinde akıl yürütülemiyeceğini belirtmektedir. Edeb-üd-dünyâ ved-dîn isimli eserinde rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerde, Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" buyuruyor ki:

“İnsanların en fazîletlisi, en akıllı olanıdır."

"Ahmak, Allahü teâlânın sevmediği kimsedir. Zîrâ onu, en kıymetli olan akıldan mahrum etmiştir."

"Hayır âdet, kötülük ise inad ve kibirliliktir. Allahü teâlâ bir kimse hakkında hayır dilerse, onu din ilmine vâkıf kılar."

"Fıkıh ilmini öğrenmek, her müslümanın üzerine farzdır. Ey müslümanlar, öğrenin veya öğretin ve fıkıh öğrenin de câhil olarak ölmeyin."

"Âlimler, peygamberlerin vârisleridir."

"Her kulun bir sükûnet ve boş vakti vardır. O vaktini ilme harcayan kurtuluş bulur."

"Münâfık veya şüpheci olanlardan başkası münâkaşa etmez."

"Allahü teâlâ bir kulunu rezîl etmek dilediğinde, onu ilimden mahrum bırakır."

"İnsanların çoğunun, kıymetini bilmediklerinden aldanmış oldukları iki ni'met vardır. Bunlar; beden sağlığı ve boş zamandır."

"Sevmediklerinize sabretmedikçe, sevdiklerinize kavuşamazsınız. Nefsinizin arzularını terk etmedikçe, muradınıza eremezsiniz."

"İlim hazinedir, anahtarı ise suâl sormaktır. O halde suâl ediniz. Zîrâ ilimde üç kimseye mükâfat verilir. Bunlar; söyleyen, dinleyen ve amel edendir."

"Güzelce bildiği ilmi, öğrenmek isteyenden saklıyan kimsenin ağzına, kıyâmet gününde ateşten gem vurulur."

"Ümmetimi, fâsık âlim ve âbid görünen câhil helak etmiştir."

"Ehli olmayana ilim öğreten âlim, hınzırın boynuna inci, mücevher ve altın takan kimse gibidir."

"İlim öğretenin sevabı, geceyi ibâdetle, gündüzü de oruçla geçiren kimselerin sevabı gibidir."

"Kâmil fıkıh âlimi; insanların ümidini Allahü teâlânın rahmetinden kestirmeyen, onları Allahü teâlânın merhametinden me'yus etmeyen ve başka şeylere meyledip de Kur'ân-ı kerîmi terk etmeyendir. Biliniz ki, ilimsiz ibâdette, anlayışsız ilimde ve tefekkürsüz kıraatte hayır yoktur."

"Dînen yasak olan şeyleri, gücün yeterse elinle, yetmezse dilinle, ona da yetmezse kalbinle men et."

"Günahlar unutulmaz, mutlaka cezası verilir. İbâdetler çürümez, sevâb ve mükâfatı bahşedilir. Ceza ve mükâfat verecek Allahü teâlâ ölmez, O, noksanlıklardan münezzehtir. Öyle ise istediğin ameli işle, karşılığını göreceksin."

"İyi amel işlemeye, olanca gücünüzle gayret ediniz. Gafletinizden dolayı amelde kusur ederseniz, günah işlemekten sakınınız."

"Bir amele devâm ederken, hastalık bu amele mâni olursa, mü'mine Allahü teâlâ bir meleği vekil bırakır. O da, amel etmiş sevabını yazar."

"Ümmetim için en çok korktuğum şey, açık riyâ ve gizli şehvettir."

"Kıyâmet gününde azabı en şiddetli olanlar, kendilerinde hayır olmadığı hâlde o süsü verenlerdir."

"Doğruyu arayınız. Onda mahvolmanızı görseniz bile, sonu kurtuluştur. Yalandan sakınınız. Onda kurtuluşu görseniz bile, sonu mahvolmaktır."

"Her kim insanlarla muamele ederken onlara zulmetmezse, onlarla konuşurken yalan söylemezse, onlara verdiği va'di yerine getirirse, mürüvveti tam, adaleti açık, dostluğu vâcib olur."

"Cebrâil bana şunu bildirdi: Hiçbir nefs, dünyâdaki rızkının tamâmını almadan ölmez. O hâlde Allahü teâlâdan korkunuz ve rızkınızı güzelce arayınız. Rızkınızın yavaş gelmesi, sizi rızık arama yolunda günahlara sevketmesin. Zîrâ Allahü teâlânın nezdinde bulunan helâl rızka, ancak Allahü teâlâya itaatle ulaşılır."

"Kıyâmet günü herkes üç suâle cevap vermedikçe hesaptan kurtulamayacaktır. Gençliğini nasıl geçirdi, ömrünü nerede çürüttü, malını nereden, nasıl kazandı ve nerelere harc etti."

"Ey ümmetim! Kabirleri ziyâret ediniz ki, size âhıreti hatırlatsın. Ölüleri yıkayınız. Zîrâ günahlarla çürümüş cesedlerin şifâ verici ilâcı, bu müessir (te'sirli) nasîhattir."

"Ey insanlar! Sanki dünyâda ölüm bize değil de başkasına takdir edilmiş. Sanki dünyâda haklar bize değil de başkasına vâcib olmuş. Sanki cenazesini kaldırıp gömdüğümüz ölüler, yakında dönüp gelecek misafir gibi onları kabre koyuyoruz ve miraslarını yiyoruz. Biz onlardan sonra dünyâda kalıcıymışız gibi her nasîhati unutuyoruz. Kendi kusuru ile meşgul olup, başkasının kusurunu görmeyen, kazandığı maldan sadaka veren, zillet ve kötülükte bulunan kimselere merhamet eden, fıkıh ve hikmet sahibleri ile oturanlara ne mutlu! Nefsini terbiye eden, ahlâkını güzelleştiren kimselere ne mutlu! İlmiyle amel eden, fazla malını dağıtan, az konuşan, sünnetime sarılıp bid'atten kaçınan kimselere ne mutlu!"

"Şu üç şey kurtuluşa sebebtir: Öfkeli iken bile adaletle hareket etmek, her yerde Allahü teâlâdan korkmak, fakr ve zenginlik hâlinde iken, israf etmemektir. Şu üç şey de helâka sebeb olur: Cimriliğe devam etmek, nefsânî arzulara uymak ve kendini beğenmek."

"Allahü teâlâ şu üç şeyden hoşnud olur: İlki, Allahü teâlâya ibâdet edip O'na ortak koşmamaktır. İkincisi, O'nun hidâyet yoluna sıkıca sarılıp ayrılığa düşmemektir. Üçüncüsü, ta'yin edilen âmirleri uyarıcı ve onlara yardımcı olmaktır. Hoşnud olmadığı üç şey ise; dedikodu yapmak, çok suâl sormak ve israf etmektir."

"Allahü teâlâ halîm ve utangaç kimseyi sever. Çirkin sözlü ve öfkeli kimseyi de sevmez."

"Bir kimse bir işi yapmadan önce, onu bir müslümana danışırsa, Hak teâlâ, onu doğrusuna muvaffak eder."

"Her kim kendisine ni'met verildiğinde şükür eder, verilmediğinde sabreder, zulme uğradığında bağışlar, zulmettiğinde de mağfiret dilerse, işte onlar emniyet ve hidâyettedirler."

"Benim en çok sevmediğim, yaldızlı sözlerle gevezelik yapan ve ısrarla boşboğazlık eden kimsedir."

"Akıllı kimsenin dili, kalbinin gerisindedir. Konuşmak istediği zaman, önce kalbine başvurur. Eğer konuşması kendi için hayırlı ise konuşur, yok hayırlı değilse susar. Câhilin kalbi ise, dilinin gerisindedir. Bu yüzden, her diline geleni söyler."

"İnsanların en kötüsü, iki yüzlü olanlarıdır. Zîrâ, birisine gelir bir türlü söyler, başkasına gider başka bir türlü söyler."

 

Eserleri

Mâverdî, tefsîr, fıkıh, ahlâk, dil ve edebiyat hakkında birçok eser yazmıştır. Eserlerindeki üslûp çok akıcı ve özlüdür. Özellikle, ahlâkla ilgili eserlerindeki ifâdeler sürükleyici ve bir san'at eseridir. Mevzu bütünlüğü ve fikir akıcılığı süreklidir.

Mâverdî hazretlerinin, kaynaklarda bildirilen kitaplarından bir kısmı, maalesef zamanımıza ulaşmamıştır. Bugün dünyânın çeşitli ülkelerindeki kütüphanelerde onun eserlerinden bazılarının tamâmı veya noksan yazma nüshaları mevcuttur. Fakat bunların bir kısmı da kaybolmuştur. İmâm-ı Mâverdî'nin kitaplarından günümüze kadar sadece beş tanesi basılmıştır. Bunlar; el-Ahkâm-is-sultâniyyeA'lâm-ün-nübüvveEdeb-üd-dünyâ ved-dînEdeb-ül-vezîr ve Edeb-ül-kâdî'dir.

1. Kitâb-ül-Ahkâm-is-sultâniyye: Mâverdî'ye doğuda ve batıda büyük şöhret sağlayan eseridir. Kitap, hilâfete liyâkat, halîfe seçilecek olan kimsede aranan şartları ihtiva etmektedir. Eserde aynı zamanda vezîrlik, vezîrliğin çeşitleri, emirlik, kadılık, cezalar, hadler, cizye, muhasebe ve kontrol gibi konulardaki devlet nizâmından bahsetmektedir. Bu eserin özellikle batı dillerine tercümesi yapılmıştır. Mısır'da birçok defa baskısı yapılmış olan bu eserin el yazma nüshaları, Mısır kütüphanelerinde bulunmaktadır. Bu kitapta, bazı konular şöyle anlatılmaktadır:

Hilâfet ve halîfe ta'yini

Hilâfet, din ve dünyâya âit işlerin yürütülmesi için, Nübüvvete halef olarak konulmuş, kabul edilmiş bir müessesedir. Halîfeye bütün müslümanların uyması gerektiğini, İslâm âlimleri oy birliğiyle kabul etmişlerdir. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" bir hadîs-i şerîfte; "Benden sonra bir kısım idarecilerden iyileri iyilikleriyle, kötüler de kötülükleriyle sizi idare edecektir. Hakka uygun olan her konuda onlara itaat edin ve onları dinleyin. İyilik yaparlarsa, bu, hem sizin için hem de onlar için iyidir. Kötülükte bulunurlarsa, sizin lehinize, onların ise aleyhinedir." buyurmuştur.

Halîfe seçilecek olanın şu şartlara sahip olması gerekir

1. Âdil bir kimse olmalı.

2. Hilâfet vazîfeleri içine girecek bütün işlerde, konularda, karar verecek derecede ilim sahibi olmalı.

3. Kulak, göz, dil gibi organları sağlam olmalı.

4. Hareket etmeye mâni olan hastalıklardan kurtulmuş olmalı.

5. Âmme işlerini idareye, halkın sevk ve idaresine âit bilgilere sahip olmalı.

6. Düşmanla harb ve halkını korumak için güç ve kuvvete, cesarete sahip olmalı.

Halîfenin yapacağı âmme işleri ise şunlardır:

1. Dîni muhafaza eder, korur.

2. İhtilâf olunan konulan çözmede ve sükûneti sağlamada dînî hükümleri tatbik eder.

3. Halkın her türlü emniyetini sağlıyarak, geçimleri için kazanç sağlamalarını temin eder.

4. Allahü teâlânın koyduğu yasakları aynen uygular, insan haklarının ortadan kalkmasını önlemek ve hakları korumak için cezalar uygular.

5. Müslümanların ve bölgesindeki gayr-i müslimlerin canlarına, mallarına gelecek her türlü tecâvüzlerden onları korumak için düşmana karşı harb hazırlığı yapar ve kaleler inşâ ettirir.

6. İslâmiyeti kabul etmeyenler ile, İslâmiyeti veya cizye vermeyi kabul edinceye kadar savaşır.

7. Zulüm ve baskıya meydan vermeden, zekât vermesi farz olanlardan zekât ve diğer vergileri toplar.

8. İsraf ve cimrilik yapmadan, ihtiyaç sahiplerine hazîneden yardım eder.

9. Vergilerin toplanması, halka nasîhat için memurlar ve emniyet vazîfelileri ta'yin eder.

10. Topluluğun işleri ve durumları ile bizzat meşgul olur ve yakînen ta'kib eder.

Valilik ve vâli ta'yini

Halîfe bir beldeye vali ta'yin ederse, ta'yin olunan vali; ta'yin sebebine göre, genel vali ve özel vali olmak üzere ikiye ayrılır. Genel vali, bir eyâletin hepsini idare etmek ve her türlü âmme işlerine bakmakla vazîfelidir. Genel valinin yapacağı işler, yedi ana grupta toplanır:

1. Vali bulunduğu beldenin ordularını sevk ve idare eder. Halîfenin belirttiği miktarda, onların yiyecek ihtiyaçlarını karşılar.

2. Muhakeme işlerine bakar ve mahkemelere hâkim ta'yin eder.

3. Haraç, zekât ve benzeri âmme vergileri toplar ve bu iş için memurlar ta'yin eder. Toplanan zekâtı, muhtaç kimselere dağıtır.

4. Dînî emirlerin tam bir uygulamasını sağlar ve halkın namusunu korur.

5. Allah ve kul haklarının ihlâl edilmesi hâlinde suçlulara cezalar tatbik eder.

6. Cum'a günleri ve diğer vakitlerde cemâate imâm olur veya bu iş için bir vekîl bırakır.

7. Hacca gidenleri yolcu eder ve geride bıraktıkları kimseleri dönüşlerine kadar korur.

Özel valiler ise; orduyu, bir toplumu sevk ve idareye, topluluğun haklarının korunmasına, yasaklara halkın uymasını sağlamaya ve benzeri işlere ta'yin edilen valilerdir. Adliye, muhakeme, vergi ve zekât toplama işlerine karışmazlar.

Adalet teşkilâtı ve hâkimlik

Yargı işlerine, kendisinde bazı şartlar bulunan kimseler ta'yin edilir. Bir kimsenin hâkim olması için şu şartlar aranır:

1. Erkek olmak. Akıl-bâliğ ve olgun bir erkek olmalıdır. Olgun olmayan kimsenin kendi yaptığı işler hukuken mu'teber olmadığı gibi, başkaları hakkında yapacağı işler de öncelikle mu'teber olmaz.

2. Zekî olmak.

3. Hür olmak.

4. Müslüman olmak.

5. Âdil olmak.

6. Vücûd sıhhatine sâhib olmak.

7. Hukuk bilgisine sahip olmak.

İmâm ta'yini ve imâmlık

Beş vakit namaz kıldırmak, Cum'a namazını kıldırmak ve teravih gibi müstehab namazları kıldırmak üzere üç kısım imâm ta'yin edilir. Ta'yin edilecek imâmda şu beş şart bulunmahdır:

1. Erkek olmalı

2. Dürüst ve âdil bir müslüman olmalı.

3. Kurrân-ı kerîmi iyi okumalı.

4. Fıkıh bilgisi olmalı.

5. Kekeme olmamalı, sözleri anlaşılır olmalıdır.

İmâm olacak kişi, kıraat yönünden en az Fatiha sûresini, fıkıh yönünden ise en az namaza âit hükümleri bilmesi gerekir. Kur'ân-ı kerîmin tamâmını ezbere bilir ve fıkıh hükümlerinin hepsine vâkıf olursa, imâmlık için öncelikle tercih edilir.

Zekât ve zekât idaresi

Zekâtın farzı birdir. Her müslümanın tam mülkü olan nisâb miktarındaki zekât malının, belli zamanda, belli miktârını, zekât niyetiyle ayırıp, emredilen müslümanlara vermektir. Tam mülk, helâl yoldan gelip, kullanılması mümkün ve helâl olan öz mal demektir. Zekâta tâbi mallar, açık mallar ve kapalı mallar olmak üzere iki kısımdır.

Açık mallar; mahsûller, meyveler, hayvanlar gibi saklanması mümkün olmayan mallardır. Kapalı mallar ise; altın, gümüş, ve ticâret malları gibi saklanması mümkün mallardır.

Bunlardan bazılarının zekâtını İmâm-ı Mâverdî şöyle açıklamaktadır:

Toprak mahsûllerinin zekâtı: Topraktan alınan mahsûlün zekâtına Uşr denir.

a) Meyvelerin zekâtı: Hurma ve diğer ağaçların meyvelerinin zekâtıdır. İmâm-ı a'zama göre bütün ağaçların meyvaları zekâta tâbidir. İmâm-ı Şafiî'ye göre ise, yalnız hurma ve üzüm zekâta tâbidir. Diğer meyveler zekâta tâbi değildir. Meyvelerin zekâtının verilmesi için iki şart vardır. İlki, meyvaların olgunlaşmasıdır. Olgunlaşmadan koparılan meyvalar zekâta tâbi değildir. Zaruret dışında böyle yaparak zekât vermekten kaçmak mekrûhdur. İkincisi, beş vesk'a ulaşmasıdır. Bu da 1.000 kg. eder.

İmâm-ı Şafiî'ye göre, beş vesk'den az olan meyvanın zekâtı verilmez. İmâm-ı a'zama göre, meyvaların miktarı az olsun çok olsun zekâtlarını vermek farzdır,

b) Hububat zekâtı: İmâm-ı a'zam, hububatın her cinsi zekâta tâbidir der. İmâm-ı Şafiî ise, insanların yemeleri için ekilip toplanan hububat zekâta tâbidir. Sebzeler ve insanların yemediği pamuk, keten, dağlarda yetiştirilen diğer bitkilerin zekâtı verilmez der. İmâm-ı Şafiî'ye göre, buğday, arpa, pirinç, darı, bakla, böğrülce (fasulye), nohut, mercimek, çavdar ve burçak'ın zekâtı verilir. Hububat sertleşip olgunlaşınca, zekât vermek vâcib olur. İmâm-ı a'zama göre, hububatın tamâmı beş vesk'i geçince zekât farzdır. Hububat yeşil iken biçilirse, zekât vermek gerekmez. Fakat, sahibi ihtiyâcı olmaksızın biçerse, zekât vermekten kaçmak anlamına gelir ki, mekruhtur.

Ürün elde edilen arazi, kendiliğinden yağmur sularıyla sulanıyorsa elde edilen ürünün onda biri zekât olarak verilir. Kuyularla, dolaplarla ve taşıma sularla sulanıyorsa, elde edilen ürünün yirmide biri zekât olarak verilir.

Altın ve gümüşün zekâtı: Altın ve gümüşün kırkta biri zekât olarak verilir. Gümüşün nisabı ikiyüz dirhemdir. İkiyüz dirhem (672 gr.) gümüşü olan, beş dirhem (16,8 gr.) gümüş zekât verir. Altının nisabı yirmi miskaldir. Yirmi miskal (96 gr.) altını olan, yarım miskal (2,4 gr.) zekât verir.

Altın, gümüş ve ticâret eşyasına sahip olan kimse, nisaba mâlik olduktan bir sene sonra bunların zekâtını vermeye başlar. Nisaba mâlik olduğu andan bir sene geçmeden malı nisâb miktarının altına inerse, zekât vermez. Fakat, nisaba mâlik olduğu andan bir seneyi doldurduğu günün ertesi gün, malı nisâb miktarının altına inerse, zekât vermesi lâzımdır. Altının zekâta altın olarak, gümüşün zekâtı gümüş olarak verilir.

Zekât dağıtım usûlü

Zekât verilecek kimseler, Kur'ân-ı kerîmde şöyle belirtilmiştir: "Zekât, Allah tarafından bir farz olarak, ancak şunlar içindir: Fakirler, miskinler, zekât toplayıcılar, kalbleri müslümanlığa ısındırılmak istenenler, köleler, borçlular, Allah yolundaki gaziler ve yolda kalmışlar. Allah herşeyi hakkıyla bilici, her şeyde hikmetle hükmedicidir." (Tevbe-60). Zekât, aşağıda yazılı olan sekiz gruba eşit şekilde dağıtılır.

a) Fakir: Hiçbir şeyi olmayandır. Şafiî mezhebine göre, toplanan zekâtın sekizde biri fakirlere verilir,

b) Miskin: Bir miktar malı olan kimsedir. Fakirin hâli miskinden aşağıdır, İmâm-ı a'zama göre ise miskin, fakirden aşağıdır. Çünkü yokluğun hareketsiz bıraktığı kimseye miskin denir,

c) Âmil: Ya'nî Sâime hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını toplayan Sâ'î ile, şehir dışında durup rastladığı tüccardan ticâret malı zekâtını toplayan Âşir, zengin dahi olsalar, işleri karşılığı zekât verilir. Allahü teâlâ bu memurların rüşvet almamaları için, kendilerine zekâttan bir miktar hak tanımıştır,

d) Kalbi henüz İslâma ısınmış olanlara verilir. (Bu sınıfın hükmünün hadîs-i şerîfle nesh olduğu icmâ' ile bildirilmiştir.)

e) Mükâteb: Ya'nî efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince azâd olacak köleye zekât verilir,

f) Borçlu olup, ödeyemeyene verilir. Bunlara Medyun denir.

g) Allah yolunda harb edenlere verilir. Bunlar gazilerdir. Böylelerine harb ihtiyaçlarını karşılayacak kadar zekât malından hisse verilir.

h) Yolda iken muhtaç duruma düşenlere verilir.

2. A'lâm-ün-nübüvve: İsminden de anlaşılacağı üzere, Peygamberlik alâmetlerinden bahseden bir eserdir. Yirmibir bâbdan meydana gelen bu kitap, kelâm ilminin en önemli konularından olan "Nübüvvet" mes'elesini çok veciz bir şekilde anlatmaktadır. Kitabın baş tarafında, kelâm ve fıkıh usûlünün anlaşılması zor olan önemli mes'eleler üzerinde durulmuş, aklın salâhiyet ve sorumluluğu üzerinde ince bilgiler verilmiştir. İnsanların dînî emirlerle yükümlü olabilmeleri için gerekli şartların neler olduğu îzâh edilmiş, âlemin yaratılışı, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem'den, son peygamber Hz. Muhammed'e "sallallahü aleyhi ve sellem" kadar kaç adet peygamber gönderildiği konusu ele alınmıştır. Daha sonraki bâblarda Peygamberimizin Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerle sâbit olan mu'cizeleri üzerinde durulmuştur. Bu eser, birçok kere Mısır'da basılmıştır. Eserin bir el yazması Mısır'daki Dâr-ül-kütüb-il-Mısriyye adlı kütüphanede kelâm ilmi 6 numarada kayıtlıdır.

3. Edeb-ül-vezîr: Bu eser, zamanın vezîrlerinden birine hitaben yazılmıştır. Devlet idâresinin mühim bir kısmını üstlenen vezîrlerin ne gibi hasletlere sâhib olması gerektiği ve devlet idaresinde uymak zorunda bulundukları esasların neler olduğu gibi hususlar kitabın ana konularıdır. Kitapta, vezîrlere, hem halkı idare eden, hem de halîfe veya hükümdar tarafından idare olunan sorumlu kişiler olarak, devlet idaresinde başarılı olmaları için nasıl bir politika ta'kib etmeleri gerektiği öğretilmektedir. Mâverdî, bu kitabında vezîrlik kelimesinin birçok manâlarını açıklarken, vezîrliği; tefvîz ve tenfîz vezîrlikleri olarak iki kışıma ayırmıştır.

Tefvîz vezîrliği vazifesinde olan, daha geniş ve daha etkili salâhiyete sahiptir. Hem karar, hem de infâz ve icrâ yetkisini hâizdir. Tenfîz vezîrliği yapan ise, daha sınırlı yetkilere sahip olup, sâdece üst makamdan emredilenleri infâz ve icrâya me'mûrdur.

Ayrıca bu eserde, Mâverdî şöyle demektedir: "Bilindiği gibi vezîr kelimesi müslümanların öz malıdır. Kur’ân-ı kerîmde Tâhâ sûresinin 29 ve 30'uncu âyetlerinde, Hz. Mûsâ "aleyhisselâm", Allahü teâlâya "Yakınlarımdan kardeşim Hârûn'u bana vezîr olarak vazifelendir" diye dua ve ilticada bulunmuştur. Demek oluyor ki, vezîr kelimesi Kur’ân-ı kerîm lisânında mevcuttur. İbn-i Kuteybe "Vezîr kelimesinin el-vizâre kökünden türediğini, vizâre'nin de yük, ağırlık, vebal manâsına gelen (el-vizr) den müştak (türemiş) olduğunu, bu manâda vezîrin, devlet veya hükümet başkanının vazife yükünü üzerine alan veya paylaşan kimse olduğu anlaşılmaktadır" demektedir. Vezîr, önce Allah korkusuna sâhib olacak, sonra kendisini, emrinde çalıştığı devlet veya hükümet başkanına karşı sorumlu hissederek hareket edecektir. Zamanın değişebilen şartlarını devamlı ta'kib ederek, idarenin çığırından çıkmaması için son derece uyanık ve dikkatli bir kontrole sâhib olacaktır.

4. Edeb-ül-kâdî: Mâverdî bu eserinde, İslâm hukukunda hâkimlik müessesesini bütün ayrıntılarıyla ele almıştır. İnsanlar için adalet dağıtacak bir müessese olarak hâkimliğin kitâb, sünnet, icmâ' ve kıyâstaki delil ve kaynaklarını gösteren Mâverdî, kadılık yapanın, hüküm verme durumunda bir hukuk âlimi olması gerektiğini bildirirken, dinî hukukun temel kaynaklarını, usûl yönünden de incelemiştir. Bu yüzden bu eser; tefsîr, hadîs ve fıkhın en önemli konularını çok mükemmel bir üslûp içinde anlatmaktadır.

Mâverdî'nin bu eseri, iki cild hâlinde neşredilmiştir. Eserin el yazmasının bir nüshası Süleymâniye Kütüphânesi'nde mevcuttur. Batılı müsteşrikler, Mâverdî'nin diğer eserlerini inceleyip, dillerine çevirdikleri gibi, bu eserini de inceleyip, hâkimlik mesleği konusunda batılıların anlayışı ile İslâm hukukundaki hâkimlik anlayışı arasında karşılaştırmalar yapmışlardır.

5. Kitâb-ül-hâvî: Mâverdî'nin bu eseri Şafiî mezhebinin en önemli fıkıh kitaplarındandır. Yirmibir bölümden meydana gelen bu eserin el yazmaları, doğu ve batı ülkelerinin kütüphanelerinde bulunmaktadır. Bu eser neşredilmemiştir. Fakat İmâm-ı Mâverdî'den sonra gelen fıkıh âlimleri, bu eserden çok miktarda nakilde bulunmuşlardır. Bu eserde Mâverdî, had ve ta'zîr cezaları gibi "Ceza Hukûku"nu ilgilendiren konular, zekât, uşr, cizye ve definelerle ilgili mâlî konuları, nikâh, talâk (boşanma), mîrâs ve vasiyet gibi "Medenî Hukûk"la ilgili mes'eleleri, alış-veriş, kira, şirketler ve ticarî kuruluşlarla ilgili "Ticarî Hukuk" konularını, kaza ve muhakeme usûlü ile ilgili bahisleri, kıyâs ve içtihâd esaslarına dâir mevzuları detaylı bir şekilde ele almıştır.

6. Kitâb-ül-iknâ: Mâverdî'nin bu eseri, kırk varakta özetlenmiş ve gayet özlü olarak fıkhın önemli konularını içine almaktadır. Abbasî halîfesi El-Kâdir Billah'ın isteği üzerine İmâm-ı Mâverdî bu eserini kaleme almıştır. Bu eser, Kitâb-ül-hâvî'nin özetidir. Bu eser kütüphanelerin kayıtlarında ne yazık ki mevcut değildir.

7. Teshîl-ün-nazar ve ta'cîl-üz-zafer: Bu eser, siyâset ve idareyle ilgilidir. İmâm-ı Mâverdî, bu eserinde iki önemli konu üzerinde durmaktadır. Birinci konu, nazarî açıdan ahlâk prensipleridir. İkinci konu ise, devlet idâresinin kaide ve prensipleridir. Bu eserin bilinen iki nüshasından biri, Doğu Almanya'nın Gotha şehri kütüphanesinde (1872) numarada, diğeri ise İran'daki Tahran Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi'nde 90-d numarada kayıtlıdır.

8. Nasîhat-ül-mülûk: Bu isimle yazılan kitaplarından ilkidir. Bu eser henüz basılmamıştır. Bilinen el yazmasının bir nüshası Paris'tedir. Otuziki varaktan meydana gelen bu eser, İslâm târihi, islâm kurumları târihi, hukuk ve siyâsî konuları, devlet idaresine âit mühim konuları ihtiva eder.

9. Kitâb-ül-emsâl vel-hikem: Edebî ve ahlâkî bir eserdir. Tertip tarzı, diğer eserlerinden tamamen farklıdır. On bölüme ayrılmış, her bölümünde manâ itibariyle birbiriyle ahenk içinde otuz hadîs-i şerîf, otuz atasözü ve otuz beyitlik şiir konulmuştur. Böylece kitabın tamâmı üçyüz hadîs-i şerîf, üçyüz atasözü ve üçyüz de beyit ihtiva etmektedir. Mâverdî'nin bu eseri de neşredilmemiş olup, bilinen tek nüshası Leiden Üniversitesi Kütüphânesi'nde (1/382) numarada kayıtlıdır.

10. Edeb-üd-dünyâ ved-dîn: Mâverdî'nin meşhur eserlerinden biridir. Konusu; dînî ve dünyevî edeb, ahlâk ve fazîlettir. Mâverdî hazretleri bu eserinde, insanların hem dünyâda, hem de ebedî hayatta huzura ermeleri için nasıl bir davranış içinde bulunmaları gerektiğini, âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf, şiir, ilim ve irfan sahibi âlim zâtların sözlerine dayanarak vecîz bir şekilde anlatmıştır. Bu eser, bir mukaddime ve çeşitli fasıllar ihtiva eden beş bâbdan meydana gelmiştir.

Birinci bâb; aklın fazîletinden, nefsin kötü istek ve temayüllerine kapılmanın zararlarından, ikinci bâb; ilmin önemi, fazîleti, ilim öğrenmenin usûl ve âdâbından, ilim adamlarında bulunması gereken sıfatlardan, üçüncü bâb; dînî mükellefiyet ve edeblerden, emirlere itaat, yasaklardan kaçınma, iyiliği emir, kötülükten nehiy kaidelerinden, dördüncü bâb; cemiyet içinde yaşamak zorunda olan insanın, diğer insanlarla münâsebetlerini düzenlemesi, kardeşlik duygularının kuvvetlenmesi, arkadaşlık hukuku, mesleklerden, zirâat, ticâret ve san'atın öneminden, beşinci bâb; nefs terbiyesi, güzel hasletlerle bezenme, kötü huylardan kurtulma yolları, günlük hayatın maddî ve ma'nevî huzuru temin edecek şekilde tanzimi için gerekli şartlardan bahseder.

Bu eser, sâdece din ve ahlâk kültürü almak isteyen kimselere değil, lise ve üniversite çağındaki gençlere de ma'nevî konularda rehberlik etmiştir. Mısır'da senelerce edebî ve ahlâkî mütâlâa kitabı olarak okutulmuştur. Bu sebeple, birçok defa Mısır ve İstanbul'da basılmıştır. Bu kitapta anlatılan ahlâkî ve edebî konulardan bazıları şunlardır:

Aklın fazîleti ve nefsin kötülüğü

Her iyiliğin bir esâsı, temeli ve her edebin bir kaynağı vardır. İnsanın yaptığı iyiliklerin temeli ve beşerî edeblerin kaynağı akıldır. Allahü teâlâ, aklı, din için asıl ve dünyâ için direk kılmış ve mükellefiyeti akıl sahibine yüklemiştir. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" bir hadîs-i şerîfte; "Kul, akıl gibi sahibini hidâyete erdiren ve yanlış yoldan uzaklaştıran birşey kazanmamıştır." buyurmuştur. Diğer bir hadîs-i şerîfte ise; "Her şeyin bir direği ve dayanağı vardır. Kişinin amelinin direk ve dayanağı da akıldır" buyurmuşlardır.

Hz. Ömer "radıyallahü anh" ise; "Kulun aslı aklıdır. Hasebi (soyluluğu) dînidir ve mürüvveti de insanlığı ve ahlâkıdır" buyurmuştur. Hakikatleri bilmek, iyilik ve kötülükleri birbirinden ayırmak, ancak akılla mümkün olur. Akıl; doğuştan olan akıl ve çalışma ve tecrübe ile elde edilen akıl olmak üzere iki kısma ayrılır. Doğuştan olan akıl, asıl ve hakîkî akıldır. Onun bir sınırı vardır. Kul bu sınırı ne aşar, ne de ondan noksan olur. İnsanları diğer varlıklardan ayıran ve onlardan üstün yapan bu akıldır. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" bir hadîs-i şerîfinde; "Akıl, hak ile bâtılı birbirinden ayıran, kalb içinde bir nurdur" buyurmuştur.

Akıllı bir kimse, dost olduğu kişilere seve seve yardım eder. Düşmanlarına ise zulüm yoluyla karşılık vermez. Böylece aklıyla dostlarını memnun eder. Adaletiyle düşmanlarının elinden tutar. Bir kimseye bir iyilik yaptığı zaman, karşılığında teşekkür beklemez. Bir kimse kendine kötülük yaptığı zaman, onu mazur görür ve bağışlar. Ahmak ise, hem kendisi dalâlettedir, hem de başkalarını dalâlete sürükler. Kendisine dost olmak için yaklaşanlara kibirlilik taslar. Ahmak olan, başkasına iyilik yaptığını zannedip ona kötülük yapar ve karşılığında şükür bekler. Ahmaklığın fenalıkları bitmez ve kusurları tükenmez. Arabî beyt tercümesi:

Vardır bir ilâç her hastalığın tedavisi için,

Ahmaklık bir hastalık, tedâvi edeni âciz bırakan.

Nefs ise her hayra mâni ve aklın zıddıdır. Zîrâ nefs, kötü huyları ve çirkin işleri meydana getirerek, insanın ar perdesini yırtar ve şer kapısını açar. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" bir hadîs-i şerîfte; "Nefse uymak büyük hastalıktır. İlâcı ise ona muhalefet etmektir" buyurmuşlardır. Hz. Ömer de "radıyallahü anh", "Nefslerinizi, şehvetten (arzu ve isteklerinden), alıkoyunuz. Zîrâ nefs, son derece kötü işler yapmaya meyillidir. Şüphesiz bu hakikat, ağır bir ilâçtır. Bâtıl ise hafif olup, bir zehirdir. Yapılan hatâları terk etmek, onlara tövbe etmekten daha hayırlıdır. Çok bakış vardır, şehvet tohumu eker. Bir anlık duyulan şehvet, uzun bir üzüntü getirir" buyurmuştur. Hz. Ali "radıyallahü anh" ise, "Sizin için iki şeyden korkarım. Nefse uymak ve uzun emel. Zîrâ nefs, insanı doğru yoldan uzaklaştırır. Uzun emel ise âhıreti unutturur" buyurmuştur. Arabî şiir tercümesi:

"Verirse kul, nefsin her isteğini,

Arzusu artar, ister her bâtılı,

Öne sürerek tatlı olduğunu,

İşletir her günah ve rezâleti."

 

İlmin fazîleti

Her ilimde âlim olmak, bütün ilimleri tam olarak öğrenmek mümkün değildir. O halde ilimlerin en mühimini, en lüzumlusunu öğrenmek lâzımdır. Bütün ilimler içinde kıymetli ve yüksek olan, i'ti'kâd ve amel bakımından kendisine lâzım olan dînî bilgileri öğrenmektir. Çünkü, insan bu bilgileri öğrenmekle, saadete kavuşur. Ya'nî bu bilgileri bilmezse, saadete kavuşturacak amelleri yapamaz. Bunun için dînî bilgileri öğrenmek, akıl ve bâlig olan herkese farzdır. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" bir hadîs-i şerîfte; "İlim öğrenmek, her müslümanın üzerine farzdır" buyurmuştur, İ'tikâd, amel ve ahlâk bakımından herkese lâzım olan bilgileri öğrenmek farzdır. Diğer bilgiler, ihtiyâç oldukça öğrenilir. Meselâ hacca gideceği zaman, haccın edâ edilmesine âit ilimleri öğrenmek farz olur.

İlim öğrenen talebenin edebleri

Talebe, kendisinden ilim ve edeb öğrendiği hocasına karşı son derece mütevâzi olmalıdır. Böyle olmak, hocasının kıymetli bilgileri öğretmesine sebep olur. Talebe bir taraftan ilim öğrenirken, diğer taraftan da ahlâkını ve edebini hocasının ahlâk ve edebine göre düzeltmeli, haklarına riâyet etmelidir. Bazı büyük zâtlar, hoca hakkını, baba hakkından önce zikretmişlerdir.

Dinin fazîleti ve edebleri

"Allahü teâlâ, kullarını peygamberleri vasıtasıyla, dînî emirleri yerine getirmekle mükellef kılmıştır. Fakat cenâb-ı Hakkın, kullarının ibâdetlerine hiç ihtiyâcı yoktur. Kul, yaptığı ibâdetlerin faydasını, hem dünyâda, hem de âhırette kendisi görür.

Allahü teâlâ, İslâm dîninin bütün dinlerin en üstünü olduğunu bildirmek için, Resûlünü peygamber olarak insanlara gönderdi. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" insanlığa peygamberliğini tebliğ etti ve İslâm dînini onlara bildirdi. Helâl, haram, farz, vâcib, mübah, mekruh ve müstehab gibi emir ve yasakları îmân edenlere açıkladı.

Kulların, Allahü teâlâya karşı mükellefiyetleri, Allah’ın kullarına emrettiği i'tikâd, yapılması emredilen ibâdetler ve işlenmesi yasaklanan günahlar olmak üzere üç kısımdır. İ'tikâd; isbâtî ve nefyî i'tikâd diye ikiye ayrılır. İsbâtî i'tikâd; Allahü teâlânın sıfatlarını, bütün peygamberlerin ve Peygamber efendimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" peygamberliğini ve getirdikleri hükümlerin hakikatini tasdik etmekten ibarettir. Nefyî i'tikâd ise; Allahü teâlâyı, O'na yakışmayan her türlü vasıftan tenzih etmektir. İfâsı emredilen ibâdetler ise; bedenî, mâlî, hem bedenî ve hem de mâlî ibâdetler olmak üzere üçe ayrılmıştır."

Dünyâ Edebi

"Din büyüklerinin âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden alarak bildirdiklerini iyi anlayıp, dünyânın geçici ve boş hayâllerine aldanmanın kötülüğünü idrâk eden ve böylece dünyâ düşüncelerini kalbinden atarak, âhırete yönelen kimse, şu üç fâideye birden kavuşmuştur.

1. Dünyâya düşkün olanların gözleri doymadığı için, daha çok kazanma arzuları bitmez. Bunun için de çok çalışırlar ve meşguliyetleri çok olur. Dünyâ için ihtiyacı kadar çalışan, diğer zamanlarını âhırete hazırlanmak ile geçirenlerde bu meşguliyet ve sıkıntılar olmadığı için rahat olurlar.

2. Dünyânın geçici zevklerine dalanların düştükleri, helak olma felâketinden kurtulurlar.

3. Dünyâya düşkün olanların, emellerine kavuşabilmeleri için katlanmak durumunda oldukları sıkıntı ve meşguliyetler kendilerinde bulunmadığı için de rahat ve mes'ûd olurlar."

"Üç mühim haslet vardır ki, bunlara ehemmiyet vermeyen üç musîbete mübtelâ olur.

Dostluğa, dost kazanmağa ehemmiyet vermiyen, düşmanlığa ve yardımsız kalmaya mübtelâ olur.

Selâmete ehemmiyet vermiyen, zamanın musîbetlerine önem vermemeye mübtelâ olur.

İnsanlara iyilik etmeye ehemmiyet vermeyen, pişmanlığa ve hüsrana mübtelâ olur."

Nefsin edebi

"Nefs, yaratılışının başlangıcında henüz işlenmemiş ve geliştirilmemiş bir takım huy ve ahlâk esasları üzere yaratılmıştır. Bundan dolayı nefs, edeb ölçülerine uygun ve arzu edilen ahlâka sahip olsa bile, bunların da terbiye ve geliştirilmeye ihtiyâcı vardır. İnsandaki güzel ahlâk ve iyi huyların karşısında, bitmez tükenmez istekleri olan nefs ve onun yardımcısı hevâ ve şehvet vardır. İnsan bir anlık gafleti sebebiyle nefsinin esiri olabilir ve sâhib olduğu güzel ahlâkı ve edebini kaybedebilir. Bunun için insan aklının, dâima terbiye ve eğitime ihtiyâcı vardır. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem"; "Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurmuştur.

İki türlü terbiye vardır. Birisi; çocuğa, anne-babasının vermesi gereken terbiyedir. Anne-baba, çocuğuna edeb prensiplerini daha küçük yaşta öğretmelidir. Çocuk büyüyünce, bu kaidelere rahatlıkla uyabilir. Çocuğun terbiyesi küçük yaşlarda yapılmazsa, büyüdükten sonra terbiye etmek çok zor olur. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" bir hadîs-i şerîfte; "Babaların çocuklarına verdikleri şeyler içinde, güzel ahlâkı öğretmek ve aklen ve dînen çirkin olan şeylerden uzaklaştırmak gibi değerli birşey yoktur" buyurmuştur. Arabî şiir tercümesi:

"Doğrultulur ağaç tâze iken.

Ama ağaç düzeltilmez, yaşlı iken.

İnsanın terbiyesi olur, çocuk iken.

Terbiye edilemez insan yaşlı iken."

İkincisi, insanın yaşı ilerledikten sonra kendisine lâzım olan terbiyedir. Bu terbiye; örf ve âdet edebi, eğitim ve ıslah edebi olmak üzere iki kısımdır. Örf ve âdet edebi; toplumdaki akıllı kimselerin ittifakla güzel gördükleri fikir, söz, hâl ve hareketleri taklîd etmektir. Eğitim ve ıslah edebi ise; kesin bir surette aklın ve akıl sahiplerinin kabul etmediği birtakım hareketlerdir. Bu edebin birinci gayesi, her türlü isteği bitmeyen nefsi için kötü düşünmektir. Kişi nefsine sû-i zanda bulunursa, nefsi iyi işler yapmaya çalışır. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" bir hadîs-i şerîfte; "En dehşetli düşmanın seni kuşatan nefsindir" buyurmaktadır.

Kibir ve gurûrdan sakınmak

Kibir ve gurûr, fazîletleri ortadan kaldırır ve her türlü kötülükleri kazandırır. Bu hasletler hangi kulun kalbine girerse, onu nasîhat dinlemekten ve edebi kabul etmekten mahrum bırakır. Kibir, nefret kazandırır ve dostların kalbine soğukluk getirir. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", amcası Hz. Abbâs'a "Seni, Allahü teâlâya ortak koşmaktan, ve insanlara kibirlenmekten nehyederim. Zira cenâb-ı Hak, bu iki sıfatı taşıyanlara görünmez ve onlara azâb eder" buyurmuştur.

Şöyle anlatılır: "Mutarrif bin Abdullah bin eş-Şihîr, Mühelleb bin Ebî Sufre'yi süslü elbiseler giymiş salına salına geziyor gördü. Mutarrif ona, "Yâ Ebâ Abdullah! Bu, Allahü teâlânın ve Resûlünün sevmediği yürüyüşle yürümen nedir?" diye sordu. Mühelleb de "Sen beni tanıyor musun?" dedi. Mutarrif bin Abdullah ona, "Hayır seni tanımıyorum. Fakat evvelin birkaç damla pis menî, sonun da pis bir leş ve bunların arasındaki zamanda ise pislik hamalısın" dedi.

Gurûr ve kendini beğenme, iyilikleri gizler, kötülükleri ortaya çıkarır. Kişi, bu kötü hasletlerinden dolayı fazîletlerden ve iyiliklerden uzaklaşır. Hadîs-i şerîfte; Ateş odunları yok ettiği gibi, kendini beğenmek de iyilikleri yok eder" buyurulmaktadır. Kibrin kişiye kazandırdığı nefretin sınırı ve gurûrun sebep olduğu cehaletin sonu yoktur. Bunlar iyilikleri yok eden ve fazîletleri kaybettiren felâket tufanıdır. Eğer kendini beğenenler ve kibirlilik taslayanlar, yaradılışlarındaki eksiklikleri ve düştükleri acz ve zilletleri düşünselerdi, inâd ve kibirlerini, tevâzu ve yumuşaklığa döndürürlerdi. Arabî şiir tercümesi:

Güzelliğiyle gurûrlanan ey câhil insan,

Senin pisliğinin nasıl koktuğunu gör.

Düşünse eğer, karnındaki pisliği insan,

Gelmez kulun hâtırına kibir.

Kibrin; üstün kuvvet, nüfuzlu olmak ve emsalleriyle az görüşmek gibi sebebleri vardır. Kendini beğenmenin de birçok sebebleri vardır En önemli sebeb iki yüzlülüğü ve kovuculuğu kazanç vesîlesi ile âdet edinmektir. Diğeri, yağcı ve yaltakçıların yalan yanlış övgüleridir. İslâm âlimleri, "Üç şeyden uzak olan üç şey kazanır. Bunlar; israftan uzak olan, izzet ve ikbâl kazanır. Cimrilikten uzak olan, insanlar arasında şeref kazanır. Kibirden uzak olan, fazîlet kazanır" buyurmuşlardır.

Güzel ahlâklı olmak

Güzel ahlâk; yumuşak huylu, alçak gönüllü, güler yüzlü, güzel sözlü ve dargınlığı az olmaktır. Bir kul güzel ahlâka sâhib olursa, sâdık dostu çoğalır, düşmanı azalır. Kendine kızgın olanların kızgınlıkları geçer. Bir hadîs-i şerîfte; "Cenâb-ı Hak, sizin için din olarak İslâmiyeti seçti. Siz de ona güzel ahlâk ve cömertlikle saygıda bulununuz. Çünkü kulun dîni, ancak onlarla mükemmel olur" buyurulmuştur. Diğer bir hadîs-i şerîfte ise; "Sizin, benim yanımda en sevgili olanınız, ahlâkı en güzel olanlar, yardım edenler, seven ve sevilenlerdir" buyurulmuştur.

Güzel huylu insanda, bazı sebeblerden dolayı yumuşaklık, tevâzu ve güler yüz gider, bunların yerine sertlik, kabalık ve asık yüz gelir. Bunun sebeblerinin ilki, riyâ sahibi olmaktır. Bir insan riyâ sahibi olunca, ahlâkı çok çabuk bozulur. Dostlarıyla olan münâsebetleri hemen değişir. İkincisi, makamından düşmektir. Sabrın az olmasından dolayı, insan hemen yumuşak huyunu kaybeder, hırçınlaşır. Üçüncüsü zenginliktir. Sonradan görme kimselerde, zenginlik çok çabuk te'sirini gösterir ve bozulmaya müsait olan ahlâkı birden bozulur. Dördüncüsü, ihtiyaç ve zarurettir. İhtiyâcın getirdiği perişanlıktan utanç duyma ve kaybettiği servetine üzülmek, insanın ahlâkını bozar. Beşincisi, kalbi meşgul eden üzüntü ve elemdir. Sabır ve tahammül edemiyen kimsenin ahlâkı da çabuk bozulur. Bunun gibi birçok sebeplerden dolayı insan güzel ahlâkını kaybeder.

Hayâ

Hayâ utanmaktır. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" bir hadîs-i şerîfte; "Hayâ îmândandır, îmân ise Cennet’tedir. Çirkin söz ise kabalıktır. Kabalık ise Cehennem’dedir" buyurmuşlardır.

Hayâsını kaybeden kimseyi kötü işlerden alıkoyacak ve zararlarından men edecek hiçbir şey yoktur. O, nefsinin arzu ettiği her şeyi yapar. Hayâ; Allahü teâlâdan utanmak, insanlardan utanmak, kendi nefsinden utanmak olmak üzere üç kısımdır. Peygamber efendimize "sallallahü aleyhi ve sellem", "Allahü teâlâdan hakkıyla utanma nasıl olur?" diye sordular. Cevap olarak, "Başını ve başta bulunan uzuvlarını, mi'desini, haram olan şeylerden koruyan, dünyâ hayatının zînetini bırakan, ölümü, kabirde çürümeyi hatırdan çıkarmayan kul, Allahü teâlâdan hakkıyla korkmuş olur" buyurdular. Kulun insanlardan utanması, insanlara ezâ ve açıktan açığa fenalık etmemesidir. Kişinin kendi nefsinden utanması ise, iffetli olması ve yalnızken bile günahlardan sakınmasıdır. İslâm âlimleri, "Senin kendi nefsinden utanman, başkasından utanmandan fazla olmalıdır" buyurmuşlardır. İnsanın hayâsı bu üç yönden tam olunca hayır sahibi olur, kötü işlerden kendini muhafaza eder.

Yumuşak huy ve öfke

Yumuşak huy, ahlâkın en şereflisi ve akıl sahibi insanlara en yakışır şiardır. Zira yumuşak huyda nâmûs ve haysiyetin selâmeti, bedenin rahatı ve övülmeye lâyık hareketleri vardır. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" bir hadîs-i şerîfte; "Allahü teâlâ, halîm ve utangaç kimseyi sever. Çirkin sözlü ve öfkeli kimseyi de sevmez" buyurmuştur.

Yumuşak huy, öfke ânında nefsine hâkim olmaktır. Bunun bir takım sebebleri vardır. Bunlar şunlardır: İlki, câhillere merhamettir. Bu kalbdeki yumuşaklıktan dolayı olur. İkincisi, öfkelenen kimsenin karşısındakine gâlib geleceğine güvenmesidir. Bu sayede hâsıl olan kalb genişliği, öfkesini yatıştırır ve yumuşamasını sağlar. Üçüncüsü, öfkelenen kimsenin şeref ve haysiyetine sövmeyi uygun görmiyerek vekarlı davranmasıdır. Dördüncüsü, kötülük eden kimseyi hakîr görerek onunla uğraşmamaktır. Beşincisi, kötülük edeni cezalandırmaktan utanmaktır. Altıncısı, kendisinin aleyhinde konuşanları affetmektir. Yedincisi, kendisini kötüleyene hiç cevap vermeden sükût etmektir. Bu sebeblerin bazısı diğerinden üstündür.

Öfke, yumuşak huyun zıddıdır. Öfkenin sebebi, bir kişi hakkında kendinden aşağı olan bir kişi tarafından, hoşlanmadığı bir sözün söylenmesidir. Bir kul öfkelendiği zaman şunları yaparsa öfkesi geçer. İlki, öfkelendiği zaman Allahü teâlâyı zikretmektir. Bu zikir, ona Allah korkusunu hatırlatır. İkincisi, öfkelenen kimsenin içinde bulunduğu hâli değiştirmesidir. Ya'nî ayakta ise oturması, oturuyorsa yatmasıdır. Üçüncüsü, öfkelenen kimsenin insanlar arasında kazandığı sevginin, kendisine karşı nefrete dönüşmesinden kaçınmasıdır.

Yalancılık ve doğruluk

Yalan, bütün kötülüklerin kaynağıdır. Yalanın akıbeti kötü, sonucu çirkindir. Çünkü yalan; kovuculuğu, kovuculuk da nefreti, nefret de düşmanlığı meydana getirir. Doğruluk, birşeyi olduğu gibi haber vermektir. Yalancılık ise, bir şeyi gerçeğe aykırı olarak bildirmektir. Doğruluğun ve yalancılığın sebebleri vardır. Doğruluğun sebebleri şunlardır: İlki akıl olup, akıl yalanın çirkinliğini bilir. Yalanın hiçbir faydası olmadığını bilir. Akıl, insanı güzel şeyleri yapmaya sevk eder. Kötülüklerden uzaklaştırır. İkincisi, doğru olmayı ve yalancılıktan sakınmayı emreden dindir. Çünkü din, aklın mahzurlu gördüğü şeye ruhsat vermez. Üçüncüsü mürüvvettir. Mürüvvet yalancılığı yasaklamakta, doğru olmaya sevk etmektedir.

Yalancılığın sebebleri ise şunlardır:

1. Menfaat sağlamak ve zarar önlemek düşüncesidir.

2. Yalancının, sözlerinin dinleyiciler tarafından tatlı ve güzel bulunma düşüncesidir.

3. Yalancının, düşmanlık ettiği kimseden intikam almak gayesidir.

4. Yalancının, yalan söylemeyi kendine âdet edinmesi ve nefsinin yalana bağlanmasıdır.

Gıybet

Kıskançlık ve haksızlıktan dolayı ortaya çıkan hıyanet ve gizlilik perdesini yırtmaktır. Allahü teâlâ, Hucurât sûresinin onikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ey îmân edenler! Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Müslümanların ayıb ve kusurlarını araştırmayın. Birbirinizi arkanızdan çekiştirmeyin. Hiç sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi? O hâlde gıybet etmekte Allah’tan korkun" buyurmaktadır. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; "Her kim, kardeşinin gıybeti yapılırken onu müdâfaa ederse, Allahü teâlâ, ona Cehennem azabını haram kılar" buyurdu.

Hased

Kötü huylardan biri olup, yalnız sahibinin bedenine zarar vermekle kalmaz. Dinine de zarar verir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; "Sizden evvel yaşıyan ümmetlerin buğz ve hased hastalığı size de sirayet etti. Bu hastalık, ustura gibidir. Lâkin bu ustura saçı değil, dîni imha eder. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, buğz ve hasedi bırakıp birbirinizi sevmedikçe, hakkıyla îmân etmiş olamazsınız. Size birbirinizi sevmenizi sağlayacak olan selâmı aranızda yayınız" buyurmuştur. Bu hadîs-i şerîfle Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", insanların birbirini sevmesinin hasedi kaldırdığını ve selâmın da sevgiye vesîle olduğunu bildiriyor.

Hased öyle kötü bir huydur ki, dâima akran ve yakınlarına yönelmekte ve daha çok ortaklara ve yakınlara karşı duyulmaktadır. Hasedin aslı, fazîletli insanların sahip oldukları hayırları çekemiyerek üzülmektir. Hased ile gıbta ayrı ayrı şeylerdir. Gıbta, fazîletli insanlara zarar vermeden, onlara benzeme isteğidir. Hased ise zarar vermek içindir.

Mürüvvet

Hâllerin en güzel şekline uymaktır. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" bir hadîs-i şerîfte; "Her kim insanlarla muâmele ederken onlara zulüm etmezse, onlarla konuşurken yalan söylemezse, onlara verdiği va'di yerine getirirse, mürüvveti tam, adaleti açık, dostluğu vâcib olur" buyurmuştur.

Mürüvveti, yüksek himmet ve nefsin terbiyesi kolaylaştırır. Yüksek himmet, insanı ilerlemeye yöneltir ve ihtisas kazanmaya sebeb olur. Zîrâ yüksek himmet sahibi, düşük ve önemsiz kalmayı kendisine yediremez ve noksanlık kötülüğünü kabul etmez. Bundan dolayı yüksek himmet, mürüvvet sahibi olmayı kolaylaştırır. Nefsin terbiyesi de mürüvvet sahibi olmayı kolaylaştırır. Çünkü nefsin terbiyesi ile insan edebli olur ve ahlâkî değerler ve temizlenmeler istikrarlı olur. Nefs çok kötüdür. Ba'zan iyi şeylerden bile kaçar. Fakat nefs terbiye edilmiş olunca, edebi taleb ve fazîletlere rağbet eder.

Bazı âlimler mürüvvetin şartlarını şöyle sıralamışlardır: Haram işlememek, günahlardan sakınmak, insaf ile hüküm vermek, zulüm etmemek, hakkı olmayana göz dikmemek, kölesi olmayan kimseyi karşılıksız çalıştırmamak, zayıfa karşı kuvvetli olana yardım etmemek, alçak olanı şerefli olana tarcih etmemek, vebal ve günah olan şeylere sevinmemek, kötü isim yapacak olan hareketlerde bulunmamak, mürüvvetin şartlarındandır.

İyilik etmek

Kerem ve ihsân sahipleri, başkalarına bir iyilik yaptıkları zaman, bundaki niyetleri Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olmalıdır. Karşıdaki şahıstan bir karşılık beklememeli, mükâfatını Allahü teâlâdan istemelidir.

Bir köylü Hz. Ömer'in huzuruna gelerek, "Ey hayır sahibi Hz. Ömer! Allahü teâlâ seni Cennetle mükâfatlandırsın. Kızlarım ve anaları için giyecek birşeyler istiyorum. Zamanın ağır şartlarına karşı bize kalkan ol. Bunları Allah rızâsı için yap!" diye bazı beyitler okudu. Hz. Ömer, "Eğer bu arzularını yerine getirmezsem ne olur?" deyince, "O zaman ümitsiz olarak dönüp giderim" dedi. Hz. Ömer "Gidersen ne olur?" diye sordu. Köylü "Sen müslümanların halîfesisin. Herkesin iyilik ve fenalıkları toplanıp, ihsânda bulunanların durağının Cennet, ihsânda bulunmaktan kaçınanların gideceği yerin de Cehennem olduğu gün, benim hâlim senden suâl edilebilir" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, sakalları ıslanıncaya kadar ağladı ve yanında bulunan bütün malını o kimseye hediye etti.

Allahü teâlâ, Hz. Davud'a (aleyhisselâm) şöyle vahy etti: "Yâ Dâvûd! Benim kullarıma olan ihsânımı onlara hatırlat ki, beni sevsinler; zîrâ kullarım, ancak kendilerine ihsân ve iyilik edenleri severler." İyilik etmek, insanların kalbine yumuşaklık, sevgi ve şefkat verdiği için, insanlar arasındaki yakınlığın devamını sağlayan önemli esaslardan biridir. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" bir hadîs-i şerîfte; "Kulların kalbi, iyiliğini gördüğüne sevgi, fenalığını gördüğüne de buğz ve düşmanlık etmek üzere yaratılmıştır" buyurmuştur.

İmâm-ı Mâverdî hazretleri buyurdu ki: "Kul, geceleri, gündüz yaptığı işlerin muhasebesini yapmalıdır. Zîrâ geceleyin, insanın aklı ve fikri daha topludur. Muhasebe yaptığı sırada, gündüz yaptığı işi faydalı bulursa, onu yapmaya devam eder. Şayet kötü bulursa, onu telâfi etmeye çalışır ve ileride bundan ve bunun benzerinden sakınır."

"Cin, dört ana maddeden yapılmıştır: Su, toprak maddeleri, havadaki gazlar ve ateş. Bunlardan ateş; alev, ışık ve dumandır. Mâric denilen, alev kısmından yaratılan cinnîlerin mü'minleri, kâfirleri ve fâsıkları vardır."

"Zinanın iki sebebi vardır. İlki, gözü serbest bırakmak, ikincisi şehvetle bakmaktır. Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve selle" Hz. Ali'ye buyurdu ki: "Yâ Ali, birinci bakışına ikincisini ilâve etme. Çünkü birincisi senin lehine, ikincisi ise aleyhinedir." Bu hadîs-i şerîfteki "Birinci bakışına ikincisini ilâve etme" sözünün iki anlamı vardır. Birincisi, gözün bakışına kalbinin bakışını da ilâve etme. İkincisi, sehven vâki olan ilk bakışına, bile bile olan ikinci bakışını ilâve etme. Hz. Îsâ (aleyhisselâm) "Sakın, bir bakıştan sonra bir daha bakma. Zîrâ ikinci bakış, kalbe şehvet tohumunu eker ve bu da belâ olarak sahibine yeter." Şehvet, akıllı olanları aldatır. Zekî olanlara haksızlık eder. Çirkin olanları güzel gösterir. Rezaletleri teşvik eder. Şehvet, bütün fenalıkların sebeb ve teşvikçisidir. Şehvet için Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" bir hadîs-i şerîfte:

"Dört haslet vardır ki, bunlara sahip olan, Cennet’i hak etmiş olur ve şeytanın şerrinden korunmuş olur.

1) Rağbet ve istek ânında nefsine hâkim olmak.

2) Korku ânında nefsine hâkim olmak.

3) Şehvet ânında nefsine hâkim olmak.

4) Öfke ânında nefsine hâkim olmak" buyurdu."

Bazı kimselerin dostluğu dilindedir. Arkandan sana hıyanet eder, sözüne ve dostluğuna vefa göstermez. Seni zem ve gıybet eder. Karşılaştığınızda yüzünüze güler. Böyle iki yüzlü kimseler, yanlarında iken seni memnun eder. Arkandan da sulb ve alkam ismindeki iki ağaç gibi acı meyve verirler."

Ahnef bin Kays buyuruyor ki: "Bir kimse bana düşmanlık etse, ben ona şu üç sıfatın biriyle karşılık veririm. Bu kimse benden büyükse ona saygı duyar, karşılık vermem. Benden küçükse, kadrimi ondan yüksek görüp, kötü muameleye tenezzül etmem. Benim akranım ise, ona af ve ihsân ile muamelede bulunurum."

Abdullah bin Hasen, oğluna şöyle dedi: "Akıllı olan düşmandan sakındığın gibi, câhil olan dostun istişâresinden de sakın. Zîrâ câhilin istişâresiyle, çok kısa zamanda çıkmaza girersin. Böylece akıllı düşmanın hilesine ve câhil dostun tehlikesine kapılırsın."

"Konuşmanın bazı şartları vardır. Konuşan bunlara riâyet ettiği takdirde, konuşması iyi ve güzel olur. Bu şartlar şunlardır: İlki, konuşma, onu gerektiren bir menfaat veya bir zararın defi için olmalıdır. İkincisi, yerinde konuşmalıdır. Üçüncüsü, gerektiği kadar konuşup sözü uzatmamalıdır. Dördüncüsü, söyleyeceği sözleri iyice seçmelidir."

"Sabır altı kısımdır: İlki ve en önemlisi, Hak teâlânın emirlerini yerine getirmekte ve yasaklarından sakınmakta sabır göstermektir. İkincisi, çeşitli zamanlarda karşılaşılan üzücü hâdiseler ve durumlar karşısında sabretmektir. Üçüncüsü, elden çıkmış ve ulaşılması imkânsız hâle gelmiş şeylere sabretmektir. Dördüncüsü, ileride meydana gelmesinden endişe edilen korkunç hâdiselere ve gerçekleşmesinden korkulan musîbetlere karşı sabretmektir. Beşincisi, bekleyip umduğu bir ni'meti kazanmak için sabır göstermektir. Altıncısı, insanın karşılaştığı kötü ve korkunç hâller karşısında sabretmektir."

"Müşavere yapılacak kişide şu beş şart bulunmalıdır:

1) Tam akıllı ve geçmiş tecrübesi olmalıdır.

2) Dindar ve takvâ sahibi olmalıdır.

3) Nasîhat eden bir dost olmalıdır.

4) Fikri dağıtıcı, kaygı ve meşgul edici üzüntüden salim olmalıdır.

5) Kendisine danışılan işte onu ilgilendiren bir maksadı ve onu etkileyecek bir arzu olmamalıdır."

"Nâmûs ve haysiyeti zedeleyen sözler ikiye ayrılır. İlki, sâdece sahibinin nâmûs ve haysiyetini zedeleyip, başkasına zarar vermeyen sözlerdir ki, bunlar; yalan ve çirkin sözlerdir. İkincisi, zararı başkasına dokunan sözlerdir ki, bunlar; gıybet, fitnecilik, jurnal, iftira ve kötü söz söylemektir."

"Bazı eski eserlerde şöyle yazıyor: İyiliğe karşı nankörlük etmek, emânete hıyânet etmek, sıla-i rahmi kesmek, cezaları derhal verilen şeylerdendir."

"Kul, minnet altına girmekten ve başkasının yardımına güvenmekten kaçınmalıdır. Zîrâ minnet, minnet edilen kimsede ve minnet sahibinde de kölelik zinciri gibi bir kuvvet meydana getirir. Başkasının yardımına güvenmek, ona yük olmaktır. Başkasına yük olan kimse, insanların gözünde alçalır. Böyle alçalan kimsenin, insanların yanında değeri olmaz. Ali bin Ebî Tâlib "radıyallahü anh", oğlu Hz. Hüseyn'e yaptığı vasiyette buyurdu ki; "Yavrucuğum, Allahü teâlâ ile aranda ni'met sahibi birisinin olmasına mâni olabilirsen ol. Hak teâlâ, seni hür yaratmışken, başkasına köle olma. Çünkü Allahü teâlâdan gelen az mal, başkasından gelen çok maldan daha şerefli ve değerlidir. Gerçi Allahü teâlâdan gelen malın azını da çok kabul etmek lâzımdır."

"Allahü teâlânın korkusu kalbine yerleşmiş olan kimse, insanlar hakkında insaflı muamelede bulunur. İnsanlar ise kendilerine iyi muamelede bulunanı severler. Bundan dolayı insanların sevgisi, kişinin kalbindeki Allah korkusuna delâlettir. O kimsenin iyiliğine insanlar buğz ediyorlarsa, kişinin kötülüğüne ve kalbinde Allah korkusunun az olduğuna delildir."

Âlimlerimiz buyuruyor ki: "Edebsiz bir âlim harab bir binaya benzer. Yukarısına doğru çıkıldıkça tehlike korkusu artar, kurumuş dereye benzer ki, derinliği arttıkça sarplaşır. Verimli, fakat işlenmemiş toprağa benzer ki, işlenmediği sürede birbirine karışmış faydasız otlar çoğalır ve vahşî hayvanların yuvası olur."

İslâm âlimlerinden biri buyuruyor ki: “İnsanların sahip olduğu makam iki kısımdır. İlki, şeref ve meziyet, gayret ve hamiyet sayesinde elde ettiği makamdır ki, kendisiyle şeref bulur ve bu gibilerin dâima tevâzuları artar. İkincisi, meziyetten mahrum olduğu halde, şans eseri mevki sâh'ibi olan ahmaklardır. Bunlar ise kibir ve gurûrdan sarhoş olmuşlardır."

"Sa'îd bin Urve buyuruyor ki: Benim yarım yüzüm ve dilim olup çirkin görünmem, iki yüzlü, iki dilli ve iki ayrı sözlü münâfık olmamdan daha hayırlıdır."

"Ey insan! Sen nefsine nasîhat etmeyi ganimet bil. Kendi ayıplarını gizlemek ve mazeret beyân etmek suretiyle nefsine dalkavukluk etme."

Kaynaklar

1) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-7, sh. 189

2) El-Bidâye ven-nihâye; cild-12, sh. 80

3) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî); cild-1, sh. 423

4) Şezerât-üz-zeheb; cild-3, sh. 285

5) Tabakât-üş-Şâfiîyye; cild-5, sh. 267

6) Miftâh-üs-se'âde; cild-1, sh. 322

7) Mîzân-ül-i'tidâl; cild-3, sh. 155

8) Vefeyât-ül-a’yân; cild-3, sh. 282

9) Keşf-üz-zünûn; cild-1, sh. 19, 45, 126, 140, 168

10) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 689

11) Târihi Bağdâd; cild-12, sh. 102

12) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî); sh. 25

13) El-A’lâm; cild-4, sh. 327

14) El-Lübâb fî tehzîb-il-ensâb; cild-3, sh. 156

15) Lisân-ül-mizân; cild-4, sh. 260

16) Mu'cem-ül-üdebâ; cild-5, sh. 407

17) El-Muntazam; cild-2, sh. 67

18) Târih-ül-hulefâ; sh. 406, 464

19) El-Kâmil fit-târih; cild-9, sh. 617

20) El-Vezâra (mukaddime); sh. 41, 43

21) Edeb-üd-dünyâ ved-dîn; sh. 65

22) Edeb-ül-kâdî; cild-1, sh. 58, 87, 90

23) El-Ahkâm-üs-sultâniyye; sh. 8

24) Geschichte der Arabischen Literatur; cild-1, sh. 386

25) Brockelmann Sup-1, sh. 668

26) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 666, 1034

27) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 287