Hâmid-i Aksarâyi (Somuncu Baba) (1331-1412)

Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Anadolu’da yetişen evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden.

“Somuncu Baba” lakabıyla tanındı.

722 (m. 1331) senesinde Kayseri’de doğdu.

815 (m. 1412) senesinde Aksaray’da vefat etti.

Babasının ismi Şemseddîn Mûsâ’dır. Tefsîr, fıkıh ilimlerinde ve tasavvufda çok yükseldi. Hızır aleyhisselâm ile sohbet ederdi. 

İlk tahsilini babasından aldı. Babasının vefatından sonra Şam’a giderek, “Hankâh-ı Bâyezîdiyye”de ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Orada pekçok velîlerin sohbetlerine katıldı. Burada Üveysî olarak, manevî yol ile Bâyezîd-i Bistâmî’den feyz aldı. Hâmid-i Aksarâyî, Şam’da bir müddet ilim tahsilinde bulunduktan sonra, Tebrîz yakınlarında “Hoy” kasabasında bulunan Hâce Alâeddîn-i Erdebîlî hazretlerinin huzûruna gitti. Burada hocasına bütün gayretiyle hizmet ederek, ilim öğrendi. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuştu. Alâeddîn-i Erdebîlî, birgün Hâmid-i Aksarâyî’ye; “Artık bizden öğrendiğin ilmi, Allahü teâlânın dînini, insanlara öğretmek üzere Anadolu’ya git!” buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icâzet verdi. Hocasının bu sözleri, bazı anlayışı kıt, hased edici, kimselerin, içlerinden Hâmid’e buğz etmelerine sebep oldu. Hâce Alâeddîn, Hâmid-i Aksarâyî’yi bütün talebeleriyle birlikte, “Şemseddîn-i Tebrîzî Makamı” denilen yere kadar uğurladı. Hâmid-i Aksarâyî vedâ edip yanlarından ayrılınca, hased edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; “Hâmideddîn’in arkasından, gözden kayboluncaya kadar bakınız. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu’da onun ilminden istifâde ederler. Şayet bakmazsa, onun ilminden hiçkimse istifâde edemez” buyurdu. Orada bulunanlar merakla Hâmideddîn’in arkasından bakmaya başladılar. Bu hâli cenâb-ı Hakkın izniyle anlayan Hâmid-i Aksarâyî, gözden kaybolmadan önce iki defâ arkasına baktı. Böylece onların hasedlerini giderdi. Büyük bir âlim ve veliyy-i kâmil olarak Kayseri’ye döndü.

Hâmideddîn hazretleri, Kayseri’de insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmeye başladı. Talebeleri, ondan feyz almağa, hasta kalblerine şifâ olan nasîhatleriyle, sohbetleriyle şereflenmeğe başladılar. Hâmideddîn, birgün çok sevdiği talebelerinden Şücâ-i Karamânî’yi huzûruna çağırarak; “Ankara’da Nu’mân isminde bir müderris vardır. Onu bulup buraya davet ediniz” buyurdu. Şücâ-i Karamânî de hocasının emrini yerine getirmek için Ankara’ya gidip, durumu bildirdi. Müderris Nu’mân hazretleri; “Bu dâ’vete icabet lâzımdır” diyerek, beraberce Kayseri’ye geldiler. Kurban bayramı günü buluştukları için, hocası ona “Bayram” lakabını verdi. Müderris Nu’mân, Hâmideddîn hazretlerini görüp sohbetlerini dinleyince, onun ne büyük bir âlim ve evliyâ olduğunu anladı. Kısa zamanda pekçok kerâmetlerini de görünce, daha çok bağlandı. Onun teveccühleri altında yetişmeğe başladı. Hocasından zâhirî ve bâtınî ilimler öğrenerek kısa zamanda büyük mesafeler katetti. Birgün hocası; “Hâcı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş velîleri ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!” buyurdu. Hâcı Bayram da, velîlerin yüksek hâllerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Zamanının büyük velîlerinden oldu.

Hâmideddîn hazretleri, manevî bir emir üzerine Tebrîz’e gitti. Tebrîz’den de Anadolu’ya gelip, Bursa’ya yerleşti. Hâcı Bayram-ı Velî, sık sık Bursa’ya gelip hocasını ziyâret ederdi. Hâmideddîn hazretleri, Bursa’da bir ümmî gibi hareket edip, ilminin varlığını kimseye söylemedi.

Hâmideddîn hazretleri, Bursa’da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; “Somun! Mü’minler somun!” diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya “Somuncu Baba” der ve onun pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Somuncu Baba’nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civarında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehânesi mevcûd idi. Hâmideddîn hazretleri durumunu Bursa’da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti.

Somuncu Baba, birgün fırına ekmeklerini sürdü. Pişmesini beklerken, yanına Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân’ın dâmâdı Seyyid Emîr Sultan geldi. Elinde bir çömlek vardı. “Selâmün aleyküm baba!” dedi. O da; “Ve aleyküm selâm” diyerek birbirlerine bakıştılar. Başka hiçbir kelime konuşmadan tanıştılar. Emîr Sultan, elindeki yemek çömleğini Somuncu Baba’ya verip, içindekinin pişirilmesini rica etti. Somuncu Baba, kabı alıp fırının ağzından içeri sürmek istediyse de, çömleği fırına sokamadı. Bir daha denedi, yine olmayınca, Emîr Sultan’a döndü ve; “Anladım ki bu çömleği fırına sen süreceksin!” dedi. Emîr Sultan; “Peki” diyerek çömleği aldı ve fırının gözünden içeri rahatlıkla sürdü. Fakat fırında hiç ateş yoktu. Somuncu Baba fırının ağzını kapattıktan sonra; “Birazdan pişer bekleyiniz” buyurdu. Bir müddet bekledikten sonra kapak açıldı. Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin piştiğini gören Emîr Sultan, Somuncu Baba’nın büyük velîlerden olduğunu anladı. Orada tasavvuf üzerinde bir miktar sohbet ederek dost oldular.

Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu zaferinden sonra Bursa’da Ulu Câmi’yi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsı sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba temin etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cuma günü açılış merasimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse ve Bursalılar Ulu Câmi’yi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan’a vazîfe verdiğinde, Emîr Sultan; “Sultânım! Zamanın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık olan zât şu kimsedir” diyerek, Somuncu Baba’yı gösterdi. “Şöhret âfettir” hadîs-i şerîfini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan’ın yanına gelince; “Ey Emîr’im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?” dedi. O da; “Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım” cevâbını verdi. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba’nın hutbesini merakla bekliyorlardı. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamana kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Bursalılar, ancak bundan sonra Somuncu Baba’nın büyüklüğünü anladılar. Somuncu Baba, hutbede; “Bazı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlıyamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsîrini yapalım” buyurarak, Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi ki, herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretleri; “Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha’nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlıyanlar içimizde yok idi” demekten kendini alamadı. Cuma namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba’nın elini öpmek, duasını almak istedi. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Hâmid-i Velî hazretleri, kapıda durdu. Ulu Câmi’in üç kapısından çıkan herkes; “Ben Somuncu Baba’nın elini öpmekle şereflendim” diyordu. Somuncu Baba, yine kerâmet göstererek, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemâate elini öptürmüştü.

Namazdan sonra evine giden Hâmid-i Velî’ye, Molla Fenârî; “Efendim! Bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat bazı anlıyamadığım yerler var idi. Bu hutbenizle, bilemediğimiz yerleri îzâh etmiş oldunuz. Medresede hizmetimiz karşılığında kazandığımız beşbin akçe paramız vardır. Şüphesiz helâldir. Kabul buyurursanız bunları size hediye etmek istiyorum” dedi. O, kabul etmedi. Bunun üzerine Molla Fenârî, Somuncu Baba’ya; “Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum” deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek dualarda bulundu. Molla Fenârî’nin, Somuncu Baba’dan aldığı feyz ile yazdığı tefsîrini bütün âlimler çok beğenmiş, asırlarca mu’teber bir tefsîr olduğunu açıklamışlardır.

Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; “Sırrımız ifşâ oldu, herkes tarafından anlaşıldı” diyerek, Bursa’dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden, Gavas Paşa Medresesi’nden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba’nın Bursa’yı terketmekte olduğunu işiten Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa’da kalması için çok yalvardı, ricalarda bulundu ise de kabul ettiremedi. Sonunda, Bursalılara dua etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa’ya dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için dua etti ve vedâlaşarak ayrıldılar. Bursa’da bu çınarın bulunduğu bölgeye “Dua çınarı” denildi.

Bursa’dan ayrılan Somuncu Baba, bugünkü Aksaray iline geldi. Burada ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraştı. Hem zâhirî, hem de bâtınî ilmi ile Aksaraylıların gönüllerinde erişilmesi güç olan mümtaz bir mevkiye erişti. Artık ona Hâmid-i Aksarâyî denilmeğe başlandı. Hâcı Bayram’ı Velî ile hacca gittiler. Dönüşlerinde, Hâcı Bayram’ı kendisine halîfe, vekîl tayin etti. İnsanları irşâd etmekle vazîfelendirdi.

Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, birgün zirâatla uğraşan talebelerinden birine bir miktar tohum verdi ve: “Bu tohumların yarısını, tarlanızın bir kısmına sizin için, yarısını da tarlanızın bir kısmına bizim için ekiniz” buyurdular. Talebe tohumları ekti. Ekinlerin yetiştiği mevsimde tarlaya gittiler. Talebenin tarlasında fevkalâde güzel yetişmiş bir ekin vardı. Diğerinde hiç ekin bitmemişti. Hâmid-i Velî, talebesine dönerek; “Bu tarlalardan hangisi bizim, hangisi sizindir?” buyurunca, talebe son derece utandı ve kendi tarlasını göstererek; “Bu tarla sizindir efendim” dedi. O da, ekinlere bakarak; “Biz âhıret için çalışıyorduk. Acaba hangi günahımızdan dolayı dünyâmız ma’mûr olmaya başladı?” deyip, üzüntüsünü dile getirdi. Hocasının müteessir olduğunu gören talebe, hakîkati söyleyerek üzüntüsünü giderdi.

Yine birgün, yaşlı bir kadın huzûruna gelip; “Efendim! Benim bir ineğim vardı. Sabahleyin sığırtmaca ineği teslim ettim, fakat akşam ineğim dönmedi. Çok aradım, ineği bulamadım. Ne olur derdime çâre olunuz” diye yalvardı. Kadının bu üzüntüsüne dayanamayan Hâmid-i Velî; “Sen burada bekle. Biz etrâfı bir araştıralım, bulursak getiririz” buyurdu. Dışarı çıkıp, sağa sola araştırma yapmadan, hep bir istikâmette gitti. Kadın da onu gizliden ta’kibe başladı. Hâmid-i Velî, bugünkü türbesinin bulunduğu yere geldi. Orada ineğin otlamakta olduğunu görerek; “Ey mübârek hayvan! Niçin diğer hayvanlardan geri kaldın da bizi buraya kadar yordun?” deyince, inek lisâna gelip; “Bugün yavruma süt verecek kadar karnımı doyuramamıştım. Onun için burada otluyordum” dedi. Bu konuşmaları işiten kadın, Hâmid-i Aksarâyî’nin derecesinin üstünlüğünü anladı. Onu ençok sevenler arasında oldu.

Hâmid-i Aksarâyî hazretleri, 815 (m. 1412) senesinde, birgün dostları ve talebeleriyle helâlleşti. İki rek’at namaz kıldıktan sonra, uzun uzun dua etti. Sonra Kelime-i şehâdet getirerek vefat etti. Cenâze namazını Hâcı Bayram-ı Velî kıldırdı. Geriye iki erkek çocuk bırakarak, bugünkü türbesinin olduğu yere defnedildi. Türbesi Aksaray kabristanının ortalarındadır. 1400 (m. 1980) senesinden itibâren, Aksaraylı Şahin Başer Bey’in gayretleriyle türbesi yeniden onarılarak bugünkü hâle gelmiştir. Somuncu Baba’nın çilehânesini ve türbesini ziyâret edenler, rûhâniyetinden fevkalâde feyz ve bereketlere kavuştuklarını, dünyâyı unuttuklarını söylemişlerdir. Onu vesîle ederek Allahü teâlâya yapılan duaların kabul olduğunu da bildirmişlerdir.

Hâmid-i Aksarâyî hazretlerini çok sevenlerden biri şöyle anlattı: “Aksaray’da me’mûr olarak vazîfe yapıyordum. Bir üst makama terfim ihtilaflı idi. Şeyh Hâmid-i Velî hazretlerine gittim. Türbesini ziyâret ederek, ona durumumu anlattım. Çilehânesinde iki rek’at namaz kıldıktan sonra eve geldim. Gece rüyâmda Hâmid-i Velî’yi gördüm. Bana buyurdu ki: “Evlâdım, hiç üzülme, üst makama geçeceksin. Biz evliyâ kullar, senin o makama geçtikten sonra, istifâ edip, serbest olarak İslâmiyete hizmet etmeni, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara bildirmeni arzu ediyoruz” buyurdu. Hakîkaten, kısa bir zaman sonra bir üst makama geçme emri geldi ve istifâmı vererek İslâmiyete hizmet etmeye çalıştım.”

Hâmid-i Aksarâyî hazretlerinin okuduğu kasîdeler, Aksaraylıların dillerinde dolaşmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir:

 

Biz ol âşık yiğitleriz,

Akıl, rüşd bize yâr olmaz.

Mey-i aşk ile sermestiz,

Bizler asla sarhoş olmaz.

 

Diriyiz dâim ölmeyiz,

Karanlıkta hiç kalmayız,

Çürüyüp toprak olmayız,

Bize gece gündüz olmaz.

 

Bizim illerde ay ve gün,

Sebat üzre durur dâim.

Televvün irişür âna,

Gehî bedr-ü-hilâl olmaz.

 

Bizim bahçedeki güller,

Dururlar taze, solmazlar,

Hazân olup dökülmezler,

Kış mevsimi bahar olmaz.

 

Şerbeti aşk için içtik,

Feragat mülküne göçtük,

Yanıp aşkınla tutuştuk,

Bize tahrûk-ü-târ olmaz.

 

İrelden Şems’in nûruna,

Vücûdun zerreden katre

Ne katre, ayn-ı bahr oldu.

Ona çukur kenar olmaz.

 

Bırak ey Hâmidâ vârı,

Görem dersen sen ol yârı,

Görecek ol tecellâyı,

Ondan üstün kemâl olmaz.

***

Senden dolu iki cihân,

Oldum Zuhûrunda nihân.

Ger bulmayam seni ayan,

Yâ Rab n’ola hâlim benim? 

 

Şol gün ki mîzân kurula,

Hak huzûrunda durula,

Hizmetçi nâra sürüle,

Yâ Rab n’ola hâlim benim?

 

Ağlarım işte zar ile,

Eyvâh kaldım eller ile,

Tanışmadım sen yâr ile,

Yâ Rab n’ola hâlim benim?

 

Hâmidî’nin gözü yaşı,

<p style=