ABDÜLKAHİR SÜHREVERDİ

Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebü'n-Necîb olup, ismi, Abdülkâhir bin Abdullah bin Sa'd bin Hüseyn bin Kâsım bin Alkame bin Nadr bin Muâz bin Abdurrahmân bin Kâsım bin Muhammed bin Ebî Bekr es-Sıddîk'dır (radıyallahü anhüm).

Diyâüddîn es-Sühreverdî adıyla anılır.

Sühreverdî hazretleri takriben 490 (m. 1097) senesinde Sühreverd denilen yerde doğdu. Gençliğinde Bağdad'a geldi.

563 (m. 1168) senesi Cemâzil-âhır ayının onyedinci Cum'a günü ikindi vakti Basra'da vefat etti. Ertesi gün erkenden tekkesine defnolundu.

Sühreverdî hazretleri, fıkıh ilmini Nizâmiyye Medresesi'nde hocalık yapan Es'ad Mühenî'den, tasavvuf ilmini İmâm-ı Gazâlî Tûsî'nin biraderi Ahmed eş-Şihâb'dan, hadîs ilmini Ali Bin Neyhan'dan tahsil etti. Tasavvuf yoluna girince, uzun zaman insanlardan uzak yaşadı ve uzlete çekildi. Daha sonra insanlar arasına girdi. Onları va'zü nasîhatlarıyla Allahü teâlâya çağırdı. Onun gayreti sebebiyle çok kimse hakîkî müslüman olma saadetine kavuştu. Kendisinden Ahmed Şihâb'in birâderzâdesi Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî, İbn-i Asâkir, Sem'ânî, Abdullah bin Mes'ûd bin Abdullah bin Matar er-Rûmî gibi seçilmiş zâtlar ilim ve edeb öğrendiler.

Sühreverdî hazretleri, hırkasını Kadı Vecihüddîn'den giydi. O da şeyh Ferec ez-Zencânî'den, o, Şeyh Ebü'l-Âbbâs en-Nehâvendî'den, o, Muhammed bin Hafif eş-Şîrâzî'den, o, Kadı Ruveym Ebû Muhammed el-Bağdâdî'den, o da, Cüneyd-i Bağdâdî'den ilim ve feyz almıştır.

Abdülkâhir Sühreverdî, nefsine hâkim ve Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin hâline benzer bir hâl üzere olduğu nakledilir. Çünkü Sühreverdî hazretleri, zahir ve bâtında, her haliyle İslâmiyetin edeb dâiresinde hareket ederdi. Kendisi ve talebeleri için Bağdad'ın batı yakasında büyük bir tekke inşâ edildi. Onun dersleriyle çok kimseler İslâmiyetin nurlu yolunu öğrendi, dünyâ ve âhıret saadetine kavuştular.

Sühreverdî hazretleri, meşhur Nizâmiyye Medresesi'nde ders vermesi için da'vet edildi. 545 (m. 1150) senesi Muharrem ayının yirmiyedinci günü bu da'veti kabul edip, orada bir müddet hadîs dersi verdi. Onun dersinin bereketi hemen görüldü. Bütün talebeler tam bir dikkat ve edeb ile istifâdeye koştular. 547 (m. 1152) senesinde Câmi-i Atîk'de va'zü nasîhatte bulundu. Sonra Şam'a geri döndü. Adalet sahibi bir sultan olan Nûreddin Mahmûd, Sühreverdî hazretlerinin Şam'a teşrifine çok memnun oldu. Kısa bir süre de Şam'da kalıp va'zü nasîhatte bulunan Sühreverdî hazretleri Bağdad'a döndü.

Kendisi anlatır: "Birgün hocamın huzuruna girdim. Bende bir gevşeklik ve isteksizlik hâli vardı. Hocam buyurdu ki: "Sende bir karartı, bir zulmet seziyorum? Bunun sebebini anladım ve bu hocamın bir kerametiydi. Oradan ayrıldım. İki-üç gün birşey yemedim. Azığım da yoktu. Dicle kenarına gidip suya girdim ve açlığım böylece gitsin istedim. Fakat gitmedi. Bir zaman sonra, sokakta giderken birisini gördüm. Yanında başkaları da vardı. Ellerindeki tokmakla pirinçleri dövüyor, un hâline getiriyorlardı. Onlara, "Beni de ücretle çalıştırır mısınız?" dedim. "Ellerini görelim" dediler. Gösterdiğimde, "Bu eller ancak kalem tutar" dediler. Sonra bana, içine altın konmuş bir kâğıt uzattılar. Ben de "Bunu alamam, zîrâ bir iş yapmadım ki, eğer yazılacak birşey varsa onu yapabilirim" dedim. İçlerinden biri uyanık biri idi. Orada yüksek bir yere çıktı. Yukarıdan hizmetçisine seslenip, "Ona bir tokmak ver" dedi. O da tokmağı bana verdi. Onlarla berâber pirinci tokmakladım. Böyle işe alışık değildim, iş sahibi göz ucu ile bana bakıyordu. Bir saat geçti. Sonra iş sahibi beni çağırdı. Ben de gittim. Bana bir miktar altın verdi ve: "İşte senin ücretin" dedi. Onu aldım ve oradan ayrıldım. Sonra, Allahü teâlâ benim kalbime ilim öğrenmek arzu ve isteğini verdi. Din bilgilerini en ince noktalarına kadar öğrendim. Usûl-i dîn, Usûl-i fıkh, Vâhidî'nin "Vesît'ini, tefsîr ve çok hadîs-i şerîf kitaplarını ezberledim."

Serrâc ed-Dımeşkî ve Şihâbüddîn es-Sühreverdî anlatır: "Birgün Sühreverdî hazretlerinin huzuruna üç hıristiyan ve üç yahudi gelmişti. Onlara îmânı ve İslâmı anlattı. Kabul etmediler. Sonra onların herbirinin ağzına sütten bir yudum verdi. Bundan sonra herbiri, Kelime-i şehâdeti söyleyip müslüman oldu. "O sütü içince, kalbimizdeki (hıristiyanlık ve Yahudiliğin) bütün küfür pisliklerinin dışarı çıktığını hissettik" dediler. Abdülkâhir Sühreverdî buyurdu ki: "Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizin önce müslüman olmayışınızın sebebi; şeytanlarınız size mâni oluyordu. Onlar burada önce ıslah oldu. Size Allahü teâlânın hidâyet vermesi için biz de dua ettik." Sühreverdî hazretleri sonra mübarek ellerini onların gözlerine sürdü. Keramet olarak, onlar uzak yerlerdeki tanıdıklarını gördüler ve onlara müslüman olduklarını bildirip, İslâm dînine da'vet ettiler."

Sehâvî şöyle anlatır: "Birgün Sühreverdî hazretleriyle Bağdâd'ın sultan çarşısından geçiyorduk. Sühreverdî hazretleri, oradaki bir kasap dükkânında soyulup asılmış bir koyuna bakmaya başladı. Buyurdu ki; "Bu koyun bana diyor ki, ben leşim." Bunu işiten kasap düşüp bayıldı. Daha sonra suçunu i'tirâf etti ve bir daha böyle yapmıyacağına söz verip, tövbe etti.

Menâvî anlatır: "Sühreverdî hazretleri birgün yanında bulunanlara, "Biz fakiriz, ihtiyâcınızı, yalnızlığı seven Allahü teâlâdan isteyin. Size bir kapı açar. Bu yolda devam ediniz" buyurdu. Böyle yaptılar. Daha sonra tanıdıkları olan İsmâil Betâihî isminde birisi geldi. Elinde bir kâğıt vardı. Onda da otuz tane dâire vardı. "Bunu alın" dedi. Az bir zaman sonra başka birisi de çıka geldi ve ortaya bir mikdar altın koydu. Sühreverdî hazretleri getirilen bu altınları saydı, tam otuz tane idi ve elden bırakılan her bir altın o kâğıttaki dâiresine düştü. Tam o dâire büyüklüğünde idi "Alın bunları” ihtiyâcınıza sarfedin, bu, İsmâil hazretlerinin bir kerametidir" buyurdu."

Şâ'rânî hazretleri şöyle anlatır: "Fakir bir kimse Abdülkâhir Sühreverdî'nin evine gelip bir müddet kaldığında, onun odasına hergün girer, hâlini sorar ve ona, Sende şöyle hâller meydana gelir, nice şeyler sana ma'lûm olur. Bütün bu hâllere kavuşmanla birlikte, sana şöyle şöyle surette biri gelir. O şeytandan sakın" buyururdu. Aynen haber verdiği şeyler o fakirin başına gelirdi."

Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî anlatır: "Birgün amcam Abdülkâhir hazretlerinin yanına bir köylü geldi. Beraberinde bir buzağı getirmişti. "Efendim bu buzağıyı sizin için nezretmiştim. Buyurun" dedi. Amcam; "Bu buzağı diyor ki, nezredilen ben değilim. Ben başka bir kişi için nezredildim. Sizin için nezr edilen bir başkasıdır" dedi. Az sonra birisi geldi. Onun da elinde bir buzağı vardı. Hemen "Efendim sizin için nezr edilen budur. Elinizdeki başkasına aittir" dedi. Onu aldı ve gitti.

Bir defasında amcam Sühreverdî ile giderken, köprü üzerinde birisini gördük. Meyve götürüyordu. Ona, "Bunları bana sat" buyurdu. O da, "Niçin?" dediğinde, "Çünkü o meyveler diyor ki, "Beni bu kişiden satın al. Çünkü o, beni içki içmek için satın aldı" dedi. O kişi düşüp bayıldı. Daha sonra amcamın huzuruna gelip tövbe etti ve "Benim bu hâlimi Allah’tan başka kimse bilmiyordu. Fakat Sühreverdî hazretlerine hâlim ma'lûm olmuş" dedi.

Birgün Bağdad'da Kerh denilen bir yere geldik. Orada bir evden sarhoş kimselerin seslerini işittik. Amcam oraya girdi. O evin altında bir yerde, namaz kılıp dua etti. Sonra eve girdik. Onların toplandığı odaya vardığımızda, içtikleri şarabın su hâline döndüğünü gördük. Hepsi tövbe etti. Amcamın talebesi olmakla şereflendiler."

Sühreverdî hazretlerinin yazmış olduğu eserlerden bazıları şunlardır: 1. Âdâb-ül-mürîdîn, 2. Şerh-ül-esmâ-ül-hüsnâ, 3. Muhtasâr-ı mişkât-ül-mesâbih lil-Begâvî, 4. Müsannefi fî tabakât-üş-Şâfiîyye.

Abdülkâhir Sühreverdî'nin yazmış olduğu Âdâb-ül-mürîdîn adlı eserinden bazı bölümler:

Allahü teâlâya hâmd olsun. Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâma ve O'nun âline ve Eshâbına salât ve selâm olsun. Bil ki; herhangi birşeye tâlib olan, onu isteyen kimsenin, önce o şeyin mahiyetini, ne olduğunu bilmesi gerekir. Böylece talibin o hususa rağbeti, isteği artar. Bir kimse ahlâk ilmi ehlinin akidelerini, zahir (dış) ve bâtınlarıyla (içleriyle) alâkalı âdâbını, aralarında cereyan eden konuşmalardaki ifâdelerin ve kullandıkları kelimelerin ne manâya geldiğini bilmelidir ki, sözlerinde ve işlerinde onların izinde bulunabilsin.

Onların kısaca i'tikâdları ve âdâbı şöyledir: Allahü teâlâ birdir. O'nun ortağı yoktur. O'nun eşi, benzeri ve zıddı yoktur. O'nun kâmil sıfatları vardır. Noksan sıfatlardan münezzehtir. O, kendisi tarafından bildirilen isimlerle isimlendirilir. O, cisim değildir. Allahü teâlânın bekası vâcibdir. O'nun varlığının öncesi yoktur. O'nun zâtı anlatılamaz.

Ahlâk ilmi âlimlerinden birisine, Allahü teâlâ hakkında sorulduğu zaman şöyle cevap verdi: "Eğer Allahü teâlânın zâtını soruyorsan, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "O'na benzer hiçbir şey yoktur" (Şûrâ-11) buyurulmuştur. O'nun sıfatlarını soruyorsan, İhlâs sûresinde buyurulduğu gibidir. Meâlen şöyledir: "O Allah tekdir. Allah Sameddir (Her yaratığın muhtaç olduğu eksiksiz bir varlıktır). Doğurmadı. O, doğurulmadı da. Hiçbir şey de O'na denk olmamıştır." Eğer ismini soruyorsan, Kur'ân-ı kerîmde meâlen Allahü teâlâ buyurdu ki: "O, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’tır. Gizliyi de aşikârı da bilendir. O, Rahmân’dır (dünyâda bütün kullara rahmet edendir), Rahîm’dir (âhırette yalnız mü'minlere merhamet edendir)" (Haşr-22). (Allahü teâlânın daha başka isimleri de vardır. Allahü teâlânın isimleri sonsuzdur. Binbir ismi var diye meşhurdur. Ya'nî isimlerinden binbir tanesini insanlara bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâmın dîninde, bunlardan doksandokuzu bildirilmiştir. Bunlara Esmâ-i Hüsnâ denir. Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir. Ya'nî, İslâmiyette bildirilen isimleri söylemek caizdir. Bunlardan başkasını söylemek caiz değildir. Meselâ, Allahü teâlâya âlim denir. Fakat âlim demek olan fakîh denmez. Çünkü İslâmiyet Allahü teâlâya fakîh dememiştir. Allah ismi yerine tanrı demek caiz değildir. Fakat "Birdir Allah, O'ndan başka, tanrı yok" denilebilir. Eğer O'nun fiilini (işini) soruyorsan, Kur'ân-ı kerîmde Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki; "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi (O'na muhtaçtır. Hacetlerini) O'ndan isterler. O, her an bir iştedir" (Diriltmek, öldürmek, azîz kılmak, alçaltmak, zengin yapmak, fakîr yapmak, dua edene icâbet etmek, istiyene vermek, v.s. gibi.; (Rahman-29).

Onlar Allahü teâlânın istivası hakkında Mâlik bin Enes'in (rahmetullahi aleyh) söylediğini söylemişlerdir. Mâlik bin Enes'e (rahmetullahi aleyh) istiva sorulduğunda, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) şu hadîs-i şerîfini nakletti: "İstivanın olduğu bilinir. Keyfiyeti (nasılolduğu) meçhuldür (bilinmez). Ona îmân vâcibdir. Ondan suâl bid'attir. Onu inkâr küfürdür."

Onlar yine icmâ' ettiler ki: Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmıdır. Mahlûk değildir. Mushaflarımızda yazılı olup, dillerimizle okunur, kalblerimizde muhafaza edilir.

Allahü teâlâyı mü'minler Cennet’te görecektir. Fakat, nasıl olduğu bilinmeyen, bir görmekle göreceklerdir. Nasıl olduğunu bilinmiyeni anlaşılmayanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmayan bir görmek olur. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîfte buyurdu ki: "Kıyâmet günü Rabbinizi, ondördüncü gecesinde ayı dolunay hâlinde gördüğünüz gibi göreceksiniz."

Îmân ve ikrâr, Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde bildirdiğine ve Resûlullah efendimizin haber verdiği şeylerin hepsinedir. Resûl-i ekremin haber verdiği şeyler de; Cennet, Cehennem, Levh-i mahfuz, Kalem, Havz, Sırat, şefaat, Mîzân, Sûr'un üfürülmesi, kabir azabı, Münker ve Nekir'in suâli, öldükten sonra dirilmek, Cennet ve Cehennem’in ebedî (sonsuz) olarak devam etmek üzere yaratıldıkları, Cennet ve Cehennem ehlinin oralarda sonsuz kalacakları, Cennetliklerin ni'metlere kavuşacağı, Cehennemliklerin azâb görecekleri, fakat Cehennemlikler arasında olan günahkâr mü'minlerin Cehennem’de ebediyyen kalmıyacakları v.s. bildirildi.

Kulların bedenlerini Allahü teâlâ yarattığı gibi, onların işlerini de O, yaratır. Nitekim Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen: "Halbuki sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır" (Saffât-96) buyurdu.

Allahü teâlâ kullarının küfründen, îmansız olmasından ve günahlarından râzı değildir. Her iyi ve kötü kimsenin arkasında namaz kılmak caizdir. Ehl-i kıble olan hiç kimse için, yaptığı bir hayır işten ve iyilikten dolayı, bu Cennetliktir diye şehâdette bulunulamaz. Yine hiçbir kimsenin işlediği büyük günahtan dolayı, Cehennem’e gideceğine şehâdet edilemez.

Allahü teâlâ, peygamberleri vasıtasıyle insanlara kitaplar göndermiştir. Peygamberler, insanların en üstünleridir. Muhammed aleyhisselâm da onların en üstünüdür. Allahü teâlâ, O'nunla Peygamberliği sona erdirdi (O'ndan sonra peygamber gelmiyecektir). Peygamberlerden sonra insanların en üstünü Hz. Ebû Bekr, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman, sonra Hz. Ali, sonra Aşere-i mübeşşerenin tamâmı, sonra Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerini Cennetle müjdelediği kimseler. Sonra Bedr Gazası’nda bulunan üçyüzonüç kişi, sonra Uhud Gazası’nda bulunanlar, sonra Bî'at-ur-rıdvân, ya'nî ağaç altında Resûlullaha söz veren bindörtyüz kişi, en üstündür. (Bu üstünlük önce îmâna gelmek, din için herkesten çok mal vermek ve canını feda etmektir. Ya'nî dinde sonra gelenlere üstâd olmaktır. Sonra, ilimleriyle amel edenler, Sonra, insanlara en fâideli olanlardır.

Mü'minler arasında üstünlük bakımından farklılık olduğu gibi, melekler arasında da vardır.

Helâli, aramak farzdır. Yeryüzünde helâl her zaman bulunur. Allahü teâlâ, kullarından helâli aramalarını istedi. Fakat mümkün olanı istedi. Ancak, helâl bir yerde çok, diğer yerde azdır. Arayıp bulmak kula düşer.

Dinde inanılması lâzım gelen şeyleri dil ile ikrâr (söyleyip), kalb ile tasdîk ettikten (inandıktan, kabul ettikten) sonra, şartlarına uygun amel yapmakla, kalbdeki îmân parlar. Kişi, îmânı dili ile söylemelidir. Hiçbir zaruret olmadan dil ile îmânı söylememek küfre sebep olur. Dili ile îmânı olduğunu söylediği hâlde, kalbinden inanmıyan, müslüman değildir. O kimse münâfıktır. Ameli terk eden fâsık olur. Sünnet-i seniyyeye uymayan, bid'at sahibidir. İnsanlar, îmân bakımından birbirlerinden farklı derecelere sahiptirler.

Konuşurken yeri gelince "İnşâallah" demelidir:

Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen: "And olsun ki, Allah gerçekten Peygamberine o rüyayı hak olarak doğru gösterdi. And olsun ki, İnşâallah emniyet içinde kimseler olarak, başlarınızı traş etmiş ve kısaltmış olduğunuz hâlde, korkmaksızın, mutlaka Mescid-i Harâm'a gireceksiniz..." (Fetih-27) buyurdu. Fakat bu âyet-i kerîmede "İnşâallah" şek ve şüphe üzerine buyurulmamıştır. Tasavvuf büyüklerinden birisine, Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde "İnşâallah" buyurması hakkında sorulunca; "Allahü teâlâ "İnşâallah" buyurmakla, kullarına böyle söylemeyi, öğretmeyi murâd etmiştir" buyurdu. Âyet-i kerîmede Allahü teâlâ kâmil ilmi ile "İnşâallah" derse, ilmi noksan olan kulların konuşmalarında, "İnşâallah" demeleri gerektiği hakkında işaret vardır. Bu yüzden Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kabristanda "İnşâallah biz size yakında katılacağız" buyurmuştur. Halbuki, Peygamber efendimizin ölüm hakkında ve onlara kavuşma hususunda hiçbir şüphesi yoktu.

İyilik ve takvâ üzere yardımlaşmalıdır. Kazanç, ticâret ve san'at mübahtır. Kişi mecbur kalırsa, başkasından birşey isteyebilir. Zengin kimsenin istemesi doğru değildir. Rızâ gösterilen fakirlik, zenginlikten üstündür. Bundan dolayı Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) fakirliği tercih etti. Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) yeryüzünün hazînelerinin anahtarı arz edildiği zaman, Cebrâil (aleyhisselâm) fakirliği işaret etti. Yine Cebrâil (aleyhisselâm) Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) tevâzu etmesini de işaret etti. Bu sebeple Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) "Yâ Rabbî! Bir gün aç, bir gün tok olmayı istiyorum. Acıktığım zaman sana yalvarırım, doyduğum zaman sana hamd eder, seni anarım" buyururdu.

Tasavvuf ehli, Allahü teâlânın kazâsına rızâ göstermeyi, belâya sabretmeyi, ni'metlere şükür etmeyi, herkese vâcib görmektedirler. Allahü teâlânın azabından korkmak, rahmetinden ümid kesmemek, kul için iki sağlam iptir ki, kulları Allahü teâlâya karşı edebe muhalif iş yapmaktan alıkoyan ümit ve korku hâline sahip olmayan her kalb haraptır. İnsan, aklı yerinde olduğu müddetçe Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edip, kulluk vazifelerini yapmakla mükelleftir. Ancak kulun kalbi, ma'nevî kirlerden temizlenip, kalbi dâima Allahü teâlâ ile berâber olunca, Allahü teâlanın emirlerini yapıp, yasaklarından sakınırken ve kulluk vazifelerini yaparken kendisinde bir zorluk ve meşakkat hissetmez hâle gelir. Fakat yine emirlere uyup, yasaklardan sakınmakla memurdur. Havada bağdaş kurup otursa bile, insan olmak, hiç kimseden kaybolmaz. Ancak beşerî durum, ba'zan kuvvetli, ba'zan zayıf olur. Sıddîklar, nefslerinin köleliğinden kurtulmuşlardır. Âriflerde, kötü sıfatlar bulunmaz.

Allahü teâlâ için sevmek, O'nun için buğzetmek, îmânın en güvenilir ve sağlam kulplarındandır. Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker (iyiliği emredip, kötülükten alıkoymak) yapmak imkânı olan herkese, imkânı nisbetinde lâzımdır.

Evliyânın kerâmeti haktır. Evliyâ Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında ve ondan sonraki asırlarda da kerâmet gösterdiler. Peygamberlik mu'cize ile değil, Allahü teâlânın onları peygamber olarak göndermesi ve vahy göndermesi ile sabit olur. Peygamberlerin mu'cize göstermesi ve o mu'cize ile inkâr edenlere peygamberliğini isbât etmesi lâzımdır. Velînin ise kerâmetini gizlemesi lâzımdır. Fakat Allahü teâlânın, kerâmeti velî kulunda izhâr etmesi (göstermesi) müstesnadır.

Ahlâk ilmi ehli, dinde mücâdele ve münâkaşadan insanları men ettiler. Dünyâ ve âhırette kendilerine fayda verecek şeyleri öğrenip, bunlarla meşgul olmayı, zararlı olanlardan ise sakınmayı tavsiye ettiler.

Dînen giyilmesi haram olanların dışında, bütün elbiseleri giymek mübahtır. Gösterişli ve süslü olmayan elbiselerle yetinmelidir. Çünkü Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; "Az fakat kâfi gelen, çok fakat Allahü teâlâdan alıkoyandan daha hayırlıdır" buyurdu. Zîrâ dünyânın helâl elbiseleri için, yarın kıyâmet gününde hesap, haram olanları içinde ceza vardır.

Manâyı bozmadığı ve tegannî olmadığı müddetçe, Kur’ân-ı kerîm okurken sesi güzelleştirmek müstehabdır. Çünkü Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîfte; "Kur'ân-ı kerîmi seslerinizle süsleyiniz" buyurdu. Diğer bir hadîs-i şerîfte ise; "Herşeyin bir süsü vardır. Kur'ân-ı kerîmin süsü ise, güzel sestir" buyuruldu. (Elhân ile, ya'nî mûsikîye uyarak tecvidi bozmak bid'at ve dinlemesi de büyük günahtır.) Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) şiir hakkında sorulduğu zaman: "O bir sözdür. İyisi iyi, kötüsü de kötüdür" buyurdu. İçerisindenasîhatler ve hikmetler, Allahü teâlânın ni'metlerinden, sâlih ve iyi kimselerin ve takvâ sahiplerinin güzel hâllerinden bahseden şiirler iyi olanlarıdır. Bunları dinlemekte hiçbir mahzur yoktur. Bir takım yerlerden, zamanlardan ve ümmetlerden bahseden şiirler de dinlenebilir. Hiciv ve kötülük bulunan şiirleri dinlemek günahtır. Nefsin hoşuna giden, şehveti tahrik eden şiirleri okumak haramdır.

Dinde bilinmesi zaruri olan bilgileri, helâl ve harama dâir bilgileri öğrenmek her müslümana lâzımdır. Çünkü bunlara uygun amel yapmak, ancak bunları bilmekle mümkün olur. Yaşanmayan ve tatbik edilmeyen bir ilim, meyvesiz ve fâidesiz olur. Bilmeden, gelişi güzel yapılan bir amel ise, eksik olur. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; "İlim taleb etmek, her müslümana farzdır" buyurdu.

Ahlâk ilmi ehli, müslümanlar arasında ameldeki ayrılığı (Amelde dört hak mezhebi) inkâr etmezler. Zîrâ Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde: "Ümmetimin âlimleri arasındaki ayrılık rahmettir' buyurdu. Tasavvuf büyüklerinden birisine, ihtilâfları (farklı ictihâdları) rahmet olan âlimlerin kimler olduğu soruldu. O anda şöyle cevap verdi: "Onlar Allahü teâlânın kitabına sarılan, Resûl-i ekremin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesine uymaya çok gayret eden, Eshâb-ı kirâmın yolunda giden âlimlerdir. Bunlar da hadîs âlimleri, fıkıh âlimleri ve tasavvuf büyükleri olmak üzere üç kısma ayrılır. Hadîs-i şerîfler, Edille-i şer'iyyenin (dînî hükümlerin çıkarıldığı dört kaynağın) ikincisidir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Peygamber size ne verdi ise, onu alın. Size neyi yasak etti ise, onu da almayın. (Yapma dediğini yapmayın). Allah’tan korkun, çünkü Allah, çok şiddetli azâb sahibidir" (Haşr-7) buyuruyor. Hadîs âlimleri, hadîs-i şerîf dinlemek, onları nakletmek, derlemek ve sahîh olanını, sahîh olmayandan ayırmakla uğraşırlar. Onlar dînin bekçileridirler. Fıkıh âlimlerine gelince; onların, hadîs âlimlerine üstünlükleri vardır. Çünkü onlar, hadîs-i şerîfleri anlayıp, onlardan hüküm çıkarırlar. Dînin hükümlerini bildiren onlardır. Tasavvuf ehli ise, bu iki sınıf âlimlerin bildirdiklerine uyarlar. Bid'at işlemekten uzak dururlar. Sünneti seniyyeye bağlıdırlar. Onlar, fıkıh âlimlerinin icmâ' ettikleri hususlara uyarlar. Bağlı oldukları mezheb içindeki fıkıh âlimlerinin ihtilâf ettikleri hususlarda en güzel ve evlâ olanı alırlar. Te'vîllere ve nefse uymaktan doğan bid'atlere yapışmak onların yolu değildir. Sonra, tasavvuf âlimlerinin yüksek ilimleri ve şerefli hâlleri vardır. Onlar mu'âmelât bilgilerinden, kötü ve çirkin olan hâllerin neler olduğundan, şerefli makamlardan anlatırlar. Tövbe, zühd, vera', sabır, rızâ, tevekkül, muhabbet, ümit ve korku, müşahede, kanâat, doğruluk, İhlâs, şükür, zikir, tefekkür, murakabe, ibret almak, Allahü teâlâdan korkmak, O'na ta'zîm, günahlara pişmanlık, hayâ, fenâ, bekâ, nefsi tanımak, nefsle mücâdele, riyânın incelikleri, gizli şehvet, gizli şirk ve bunlardan kurtulmak gibi hususlardan bahsederler. Tasavvuf âlimleri, zikirlerin hakikatleri, insana Allahü teâlâyı unutturan, O'ndan uzaklaştıran çeşitli hâllere dâir hakikatlerden konuşurlar. Bir kimse, bu üç ilim dalından birinde bir konuya takılsa, o sahanın âlimine müracaat eder. Meselâ, hadîs ilminden anlaşılmayan bir mes'ele için, hadîs âlimlerine müracaat edilir. Fıkhın inceliklerinden bir müşkülü olan kimse, fıkıh âlimlerine; hâl bilgilerinden, meselâ vera'nın incelikleri, tevekkül sahiplerinin makamları hakkında müşkülü olan ise, tasavvuf ehline müracaat eder. Kim bunun aksini yaparsa, hatâ eder.

Tasavvuf (Ahlâk ilmi) büyüklerinin, tasavvufla ilgili konular hakkında sorulan suâllere verdikleri cevaplar, duruma göre farklılık arz eder. Her tasavvuf büyüğü, ya kendi durumuna göre veya suâl soranın durumuna ve derecesine göre cevap verir. Suâl soran talebe ise, ona zahiri ilimlere, fıkıh kitaplarına göre cevap verirler. Suâl soran tasavvufta orta mertebelerden birisinde ise, onun hâline göre cevap verirler. Suâl soran ârif ise, hakikat cihetinden cevap verirler. Bu durumu, tasavvuf büyüklerinden birisinin şu sözü çok güzel açıklamaktadır: "Tasavvufun başı ilim, ortası amel, sonu mevhibedir (Allahü teâlânın lutfu ve ihsânı olan ma'nevî ilimdir). İlim, muradı (maksadı) açar. Amel, istemeye yardımcı olur. Mevhibe, amelin meyvesine ulaştırır. Ahlâk ilmi ehli üç kısımdır. Mürîd (talebe) durumunda olan tâlibdir. Orta derecede olan (daha yoldadır). Sona varmış olan, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmuş olandır. Talebe, muradına ermek için çalışır. Orta derecede olan, makamların âdâbını gözetmekle meşguldür. Bir hâlden diğer bir hâle yükselir. O, devamlı ilerleme halindedir. Sona varmış olan ise, bütün makamları aşmış ve artık istikrara kavuşmuş bir hâldedir. Çeşitli hâller, onda bir değişiklik meydana getiremezler. Talebe, nefsiyle, şehvetiyle ve şeytanla mücâdele etme, hazlarından uzak kalma mertebesindedir. Orta mertebede olan, murada kavuşabilir miyim, yoksa kavuşamaz mıyım korkusu ile içinde bulunduğu hâllerde doğruluğa riâyet, makamlarda edebi gözetme mertebesindedir. Sona ulaşan ise, bütün makamları elde etmiştir. Onun hâli, darlıkda da, genişlikte de eşittir. Onun yemesi açlığı, uykusu uykusuzluğu gibidir. Onun, dünyevî istek ve lezzet hissi kalmamıştır. Onun zahiri (dışı) halk ile, bâtını (içi) Hak iledir."

Tasavvuf yolunda edeb: Bu yolun bir zahiri, bir de bâtını vardır. Zahirini halk ile olan edebler, bâtınını ise Allahü teâlâya karşı olan edebler teşkil eder. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), namazda iken bir şeyle oynayan birisini görünce, "Eğer kalbinde huşû’ olsaydı, a'zâların da huşû' hâlinde olurdu" buyurdu. Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Hafs el-Haddâd'a: "Talebelerini sultanlar gibi terbiye ettin" deyince, Ebû Hafs; "Zahirdeki güzel edeb, bâtındaki güzel edebe delâlet eder" dedi.

Ahlâk ilmi ehli arasında edebe riâyet edilmesi, başka şeylerden önde gelir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde edebehlini övüp, onların durumlarını şu âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirdi: "Gerçekten Allah’ın Peygamberinin yanında (edebe riâyet ederek) seslerini yavaşlatanlar o kimselerdir ki, Allahü teâlâ kalblerini takvâ için imtihan etmiştir. Onlar için mağfiret ve pek büyük bir ecir vardır" (Hucurât-3). Ebû Abdullah bin Hafif: "Ruveym bin Ahmed bana; "Ey oğul! Amelin güzel, edebin ince olsun" dedi."

Denilir ki, tasavvufun tamâmı edebten ibarettir. Her zamanın, her hâlin ve makamın riâyet edilmesi gereken edebi vardır. Edebe yapışan kimse, büyüklerin mertebesine kavuşur. Edebden mahrum olan kimse, yakınım zannettiği yerden pek uzaklardadır. Kabul edileceğini umduğu yerden geri çevrilir. Edebden mahrum olan kimse, bütün hayırlardan mahrum olur.

Denilir ki, nefsin edebi; nefse hayrı tanıtmak ve onu teşvik etmek, ona şerri (kötüyü) tanıtıp ondan menetmektir.

Denilir ki, edeb; fakirlerin senedi, zenginlerin süsüdür. İnsanlar edeb hususunda üç kısımdır. Bunlar: Dünyâ ehli, din ehli ve din ehli arasında da dereceleri yüksek olanlardır.

Dünyâ ehlinin âdâbının ekserisi, fesahat ve belagat ilimlerini, meliklerin haberlerini ve şiirleri ezberlemektir. Din ehlinin edeblerinin ekserisi, zahir (dış) ve bâtınlarını (içlerini) Allahü teâlânın emirlerine uymakla süslemek, nefsinin arzu ve isteklerini terk etmek, haramlardan ve şüphelilerden sakınmak, hayır işlere koşmaktır. Din ehlinden büyük zâtların âdâbı ise, kalblerini Allahü teâlâdan başkası ile meşguliyetten korumak, sırları gözetmektir. Tasavvuf yolunda talebe durumunda olanların, amel bakımından birbirine üstünlükleri vardır. Orta durumda olanların, edeb bakımından birbirine üstünlükleri vardır. Âriflerin ise, himmet bakımından birbirine üstünlükleri vardır.

Cüneyd-i Bağdâdî'ye: "Sadakalarınızı Allah yolunda çalışmaya koyulmuş olan fakirlere verin ki, onlar öteye beriye koşup kazanamazlar. Dilenmekten çekindikleri için, tanımıyanlar onları zengin zanneder. Ey Resûlüm, sen onları simâlarından tanırsın. Onlar, iffetlerinden ötürü insanları rahatsız edip birşey istemezler. Siz malınızdan bunlara ne harcarsanız, muhakkak Allah onu hakkıyla bilicidir" (Bekara-273) mealindeki âyet-i kerîme hakkındasorulunca, "Onların himmetlerinin yüksekliği Allahü teâlâdan başkasına ihtiyaçlarını arz etmekten men eder" buyurdu.

Muhtelif yerlerdeki edepler: Misafire ikrâm: Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; "Mü'minlerin Allah için birbirlerini ziyâret etmeleri, güzel ahlâktandır" buyurdu. Ziyâret edilen kimsenin, kendisini zorlamadan, evinde ne varsa misafirine onu ikrâm etmesi gerekir. Evinde bir yudum su bile olsa onu ikrâm eder. Ev sahibinin yanında ikrâm edeceği birşey olduğu hâlde misafirine ikrâm etmezse, o gün ve o gece Allahü teâlânın gazabını üzerine çekmiş olur.

Hasen-i Basrî'nin yanına girmek için izin istendiği zaman yanında yiyecek birşey varsa, o kimseyi kabul eder, yoksa kendisi dışarıya, onun yanına çıkardı.

Denilir ki, misafire karşı edeb şöyledir: önce selâm, sonra ikrâm, sonra taam (yemek), sonra kelâm (konuşma). Misafirlere, dünyâ ve dünyâ ehli ile alâkalı lüzumsuz şeylerden sorulmaz. Ancak büyük zâtlardan ve sevdiklerinden sorulur.

Yûsuf bin Hüseyn dedi ki: Zünnûn-i Mısrî'ye "Kiminle arkadaş olayım?" diye sordum. Cevâbında, "Hasta olduğunda seni ziyâret eden, günah işlediğinde senin için Allahü teâlâdan af dileyen kimse ile" buyurdu.

Rivayet edilir ki; Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) yolda giderlerken bir yerde durup, orada bulunanlara selâm verdi ve "Size iyilerinizi ve kötülerinizi haber vereyim mi?" "Hayırlılarınız, iyiliği umulan ve kötülüğünden emin olunanlardır. Şerlileriniz ise, iyilik umulmıyan ve kötülüğünden emin olunmıyanlardır" buyurdu.

Sefer Âdâbı: Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Nice adamlar vardır ki, ne bir ticâret, ne de bir alış-veriş, Allah’ı anmaktan (ona ibâdet etmekten ve emirlerine bağlanmaktan), namazı gereği üzere kılmaktan ve zekât vermekten kendilerini alıkoyamaz. Onlar, öyle bir günden (kıyâmet gününden) korkarlar ki, o günde kalbler ve gözler korkudan döner." (Nur-37) buyurulanların kimler olduğu Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) sorulunca; "Yeryüzünde, Allahü teâlânın fadl ve ihsânından istiyerek dolaşanlardır" buyurdu.

Seferde asıl olan, cihâd için yola çıkmaktır. Sonra hac, sonra Resûl-i ekremin kabri şerîflerini ziyâret gelir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; "Üç mescidden başka mescidlere ziyâret için gidilmez. Bunlar; Mescid-i Haram, benim mescidim (Mescid-i Nebevî) ve Mescid-i Aksâ'dır" buyurdu.Bunlardan sonra; ilim tahsili için, âlimleri ve dostları ziyâret için yolculuk yapılır. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: "Allahü teâlâ, benim için birbirini sevenlere, benim için birbirlerini ziyâret edenlere sevgim haktır, buyurdu."

Ebû Zer'in (rahmetullahi aleyh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Allah için ziyâret et. Kim Allah için ziyâret ederse, yetmişbin melek onu ziyâret eder ve "Allah’ım o senin için ziyâret ettiği gibi, sen de ona vâsıl ol, ziyâret et" diye niyaz ederler. Bir Münâdî de, "Sen de iyisin, ziyâretinde. Bundan dolayı Cennet’ten bir yere yerleştin" der" buyurdu. Sonra ziyâret; haksızlık ve zulümleri gidermek, helâl rızık aramak, ibret almak, için yapılır. Gezinti için, riyâ ve nefsin arzularına, isteklerine uymak üzere, memleketlerde dolaşmak için yolculuk yapılmaz.

Ebû Turab Nahşebî (rahmetullahi aleyh) derki; "Tasavvuf yolundaki talebeler için, nefslerine uyarak yaptıkları seferden daha zararlı birşey yoktur. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde; "Yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve Allah yolundan alıkoymaya çalışanlar gibi olmayın..." (Enfâl-47) buyurdu. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki, ümmetimin zenginleri hacca seyahat için giderler. Orta durumda olanları ticâret için, kurrâlar (Kur'ân-ı kerîm okuyucuları) riyâ için, fakirler de dilenmek için giderler" buyurdu.

Ana-baba ve hocanın rızâsı ve izni olmadan yola çıkmamalıdır. Eğer izinsiz çıkarsa, seferinde birçok engelle karşılaşır ve yolculuğunda bereket olmaz.

Topluluk hâlinde yolculuk yapılıyorsa, en zayıfların yürüyüşü gibi yürümelidir. Arkadaşı durduğu zaman durmalıdır. Mümkün mertebe, namazları vaktinden sonraya tehir etmemelidir. Eğer mümkün ise, yürüyerek gitmeyi, bir vâsıtaya binerek gitmeye tercih etmelidir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; "Bir bineğe binerek hacca giden kimsenin, bineğinin attığı her adım için yetmiş hasene, yürüyerek giden kimsenin her adımına karşılık ise harem hasenatından yediyüz hasene (iyilik) vardır" buyurunca, Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) "Harem hasenatı nedir?" diye sordular. Bunun üzerine Resûl-i ekrem; "Onun bir hasenesi, yediyüzbin hasenedir" buyurdular.

Toplulukla yapılan yolculukta, mümkün mertebe yolculuk arkadaşlarına hizmet etmeli, onların meşakkatlerini gidermelidir. Adiy bin Hâtem şöyle rivâyet etti: Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ey Allahın Resûlü! sadakaların en fazîletlisi hangisidir?" diye sorulunca, "Kişinin, Allahü teâlânın rızâsı için arkadaşlarına hizmet etmesidir" buyurdu.

Bir memlekete gidildiği zaman, eğer orada büyük bir âlim varsa, önce onun ziyâretine gidilir. Yoksa, sâlih kimselerin yânına gidilir. Böyle kimseler çoksa, en fazîletli ve kıymetli olanının yanına gidilir. Yine bir memlekete gidildiği zaman, abdest ve temizlik ihtiyâcının giderilmesi için uygun bir yer aranır. Akarsu olan yer, yerleşmek için tercih edilir. Abdest aldıktan sonra, iki rek'at namaz kılar ve yanına gideceği büyük bir zât varsa onun yanına gider. Yanında bir süre oturur. Soracağı bir husus varsa, onu sorar, yoksa onun yanında konuşmaz. Eğer o büyük zât birşey sorarsa, ona cevap verir.

Yolculuğa çıkan kimsenin yanında abdest için bir kab bulundurması lâzımdır. Büyük zâtlardan bazısı, yolculuk yapan birisi ile müsâfeha yapınca, onun avucunda ve parmaklarmda su kabı taşıdığına dâir bir izin olup olmadığına bakardı. Eğer böyle bir iz bulursa, onu çok iyi karşılar, bulamazsa, ona yüz vermez ve onu kabul etmezdi. Yine onlardan birisi, yolculuk yapan birisinin yanında su kabı görmezse, bundan, onun namazı terk etmeyi göze aldığına hükmederdi. Yola çıkacak kimsenin yanına; iğne, iplik, makas, çakı v.b. gibi şeyleri alması müstehabdır. Çünkü bunlar, farzları edâ etmeye yardımcı olurlar. Yolculuğa çıkmak isteyen bir kimse, dostlarını ve tanıdıklarını dolaşması, onlara veda etmesi ve onlarla helâllaşması lâzımdır. Yola çıkan kimsenin özellikle namazlarını terk etmemesi lâzımdır.

Giyinme âdâbı: Giyinmede temizliğe çok dikkat edilir. Çünkü Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; "Temizlik îmândandır" buyurdular. Giyimde avret mahallini örtüp, sıcaktan ve soğuktan koruyacak elbiselerin, temiz, imkânına göre kıymetli kumaştan olması esastır. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ibâdet niyetiyle alanları dünyâdan saymamışlardır.

Yeme-içme âdâbı: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; "Yeyin, için israf etmeyin. Çünkü Allahü teâlâ israf edenleri sevmez" (A'râf-31) buyuruyor. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; "Sizden biriniz birşey yediği zaman "Bismillâhirrahmânirrahîm" desin. Eğer başında Besmeleyi unutur. Sonra hatırlarsa, "Bismillahi evvelühu ve âhıruhu" desin" buyurdu.Yine Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) yemek kabını işaret buyurarak, "Onun kenarlarından yiyiniz. Ortasından yemeyiniz. Çünkü bereket, yemeğin ortasına iner" buyurdu.

Rızık hususunda merak etmemeli, endişe etmemelidir. Bütün vaktini bununla geçirmemelidir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Nice hayvanlar vardır ki, rızkını yüklenip taşımaya güçleri yetmez. Onlara da, size de, rızkı Allahü teâlâ verir. Allahü teâlâ Semî'dir. Alîmdir" buyuruyor.(Ankebût-60).

Yemek yerken, açlığı gidermek, nefse hakkını vermek ibâdet ve tâatleri yapabilecek kuvveti, enerjiyi kazanmak kastedilir. Yoksa, yemek, lezzet almak niyetiyle yenmez. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; "Nefsin, insan üzerinde hakkı vardır" buyurdular. Büyük zâtlardan birisine, "Tasavvuf ehli nasıl yemek yerler?" diye sorulunca, "Hastanın, şifâ bulmak ümidi ile ilâç alması gibi" diye cevap verdi. Yemek yerken; mi'denin üçte biri yemek için, üçte biri su için, üçte biri de hava için ayrılmalıdır.

Yemek hazır iken beklememeli, vakti yemekle geçirmemeli. Yemeği normal zamanı içinde bitirmeli.

Yemek yerken, hiçbir yemeği kötülememelidir. Ebû Hüreyre (rahmetullahi aleyh), "Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), hiçbir yemeği asla kötülemedi" buyurdu. Acıkmadan yememeli, acıkınca yemelidir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte: "Yediğiniz yemekleri, Allahü teâlâyı anarak ve namaz kılmak sûretiyle eritiniz. Tok karınla uyumayınız. Yoksa kalbiniz kasâvetli olur" buyurdu.

Yemek yerken güzel şeylerden konuşmalıdır. Denildi ki: Yemek yerken konuşmamak, mecûsîlerin âdetidir. Yemek yerken, sağ ayağı dikip, sol ayak üzerine oturmak, Besmele çekmek, üç parmakla yemek, lokmayı küçük almak, lokmayı iyice çiğnemek ve parmakları yalamak sünnettir. Câbir (rahmetullahi aleyh) şöyle dedi: Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem), bize parmaklarımızı yalamamızı ve tabağı sıyırmamızı emrederek, "Sizden birisi, bereketin, yemeğin neresinde olduğunu bilemez" buyurdu.Yemek yerken başkasının lokmasma bakmamalıdır. Çünkü hadîs-i şerîfte "Sizden biriniz, arkadaşının lokmasına bakmasın" buyurulmuştur. Yemek yemeği bitirdikten sonra, Allahü teâlâya hamd etmelidir. Büyük zâtlardan birisi; "Dostlarla berâber, rahat ve neş'e ile, yabancıların yanında edebe riâyet ederek, fakirlerle berâber isâr (onları kendisine tercih) ederek yemelidir" buyurdu.

Yemeği yalnız yememelidir. Ailesi veya arkadaşları ile yemelidir. Çünkü Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîflerinde buyurdu ki: "En hayırlı yemek, yiyenlerin çok bulunduğu yemektir." "Dostlarla berâber yemek yemek, şifadır." "İnsanların şerlisi; yalnız yiyen, hizmetçisini döven, başkasını doyurmayandır." Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem), bir toplulukla yemek yedikleri zaman, yemeği en son bırakırlardı.

Ebû Hüreyre (rahmetullahi aleyh) şöyle rivâyet etti: Birgün Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna girdim. Namaz kılıyorlardı. Namazdan sonra Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) aç olduklarını öğrenince, ağladım. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem), "Ağlama! Çünkü Allahü teâlânın rızâsını diliyerek, aç olan kimseye, kıyâmetin şiddeti isâbet etmez" buyurdu.

Büyüklerden bir zât şöyle buyurdu: "Misafire ve ev sahibine şu üç şey lâzımdır. Ev sahibine lâzım olan üç şey: Misafire helâl yedirmek, namaz vakitlerini gözetmek ve namaz vaktinde misafirini kaldırmak, gücünün yettiği şeyi misafirden esirgememektir. Misafire lâzım olan üç şey: Ev sahibinin dediği yere oturmak, kendisine ikrâm edilen yiyeceklere rızâ göstermek, ev sahibinden izin aldıktan sonra evden ayrılmaktır."

Yatma âdâbı: Allah için uyumaya çalışmalıdır. Allahü teâlâdan gafil olarak uyumamalıdır. Allah için uyuyan kimse, farzları edâ etmekte yardımcı olması için uyur ve niyeti bu olur. Nafileleri, özellikle gecenin sonunda kılar. Çünkü hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allahü teâlâ gecenin sonunda "Dua eden var mı? Kabul edeyim, isteyen var mı? İstediğini vereyim. Af ve mağfiret olunmasını diliyen var mı? Onu af ve mağfiret edeyim" buyurur.

Allahü teâlâyı zikredenler, ananlar, uyuyuncaya kadar Allahü teâlâyı anarlar. Bunlar Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilir: "Onlar ki, Rablerine secdeler ve kıyamlar yaparak (namaz kılarak)geceyi geçirirler" (Furkan-64).

Abdestli olarak uyumalıdır. Sağ tarafa yatarak şu duayı okumalıdır: (Allah’ım! Senin yüce isminle yattım. Senin isminle kalkacağım. Allah’ım! Nefsimi tutarsan, ona merhamet eyle, eğer onu salıverirsen, sâlih kullarını muhafaza ettiğin gibi nefsimi de muhafaza eyle. Allah’ım! Kullarını dirilttiğin gün, beni azabından koru.) Her uyandığında Allahü teâlâyı hatırlamalıdır. Uyanınca abdest alıp iki rek'at namaz kılıp, tekrar uyunursa, çok sevâb kazanılır. Sabah namazından sonra uyumak uygun görülmemiştir. Akşam namazından sonra da uyumamalıdır.

İstemenin Âdâbı: Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde fakirleri meâlen şöyle medh buyuruyor: "Sadakalarınızı Allah yolunda çalışmaya koyulmuş olan fakirlere verin ki, onlar öteye beriye koşup kazanamazlar. Dilenmekten çekindikleri için, tanımıyanlar onları zengin zannederler. Ey Resûlüm, sen onları simâlarından tanırsın. Onlar, iffetlerinden dolayı insanları rahatsız edip birşey istemezler. Siz malınızdan bunlara ne harcarsanız, muhakkak Allah onu hakkıyla bilicidir." (Bekara-273). "Ey Resûlüm! Dilenciyi de azarlama" (Duhâ-10) Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ise bir hadîs-i şerîfte; "At üzerinde bile gelse, istiyene veriniz" buyurdu.

Ebû Hafs, "Kim kendisini istemeye alıştırırsa, tama'ya, hıyanete ve yalana mübtelâ olur" buyurdu.

Tasavvuf yolundakiler, ancak zaruret ve ihtiyaç hâlinde isterler. Birşey istedikleri zaman, sâdece kendilerine yetecek miktarı alırlar. Onlar kendileri için istemeyi iyi görmezler, arkadaşları için istemeyi münâsip görürler.

Hastalık zamanındaki âdâb: Hastalık gelince, tedavisi için çalışmalı, sabırlı olmalı. Hastalığı olan ibret almalı. Sağlığın kıymetini düşünmeli. Aynı zamanda hastalık günahlara keffârettir. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; "Bir günlük humma hastalığı, bir senelik günaha keffârettir" buyurdu. Fıkıhâlimlerinden birisi; "Elemde birçok ni'metler vardır. Elem ve hastalık, günahlardan kurtulmaya, sabrın sevabını kazanmaya, gafletten uyanmaya, sıhhat zamanındaki ni'meti hatırlamaya, tövbeyi yenilemeye, sadakaya teşvike vesîle olur" buyurdu.

Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) birgün; "Ey Allah’ın kulları, tedavi olunuz. Çünkü Allahü teâlâ, her hastalığın ilâcını da yaratmıştır" buyurunca orada bulunanlar, "Ey Allah’ın Resûlü! Tedavi, Allahü teâlânın kazasından birşey giderir mi?" diye sordular. Bunun üzerine Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) "Tedavi de Allahü teâlânın kazâsındandır" buyurdu.

Ölüm zamanındaki âdâb: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde; "Lezzetleri gideren ölümü çok hatırlayınız" buyurdu. İbn-i Harîrî şöyle anlattı: "Vefatı sırasında Cüneyd-i Bağdâdî'nin yanında idim. Kur'ân-ı kerîm okuyordu. Ben, "Efendim, biraz kendinize acıyın. Bu kadar kendinizi yormayın" deyince bana, "Ona en muhtaç olduğum an şu saattir. Çünkü, amel defterim onunla dürülecek, onunla son bulacak" dedi ve tekrar Kur'ân-ı kerîm okumaya başladı. Bekara sûresinden yetmiş âyet-i kerîme okudu. Sonra Hak teâlânın rahmetine kavuştu."

Belâ ve musîbet zamanındaki âdâb: Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "...Seni çeşitli belâ ve musîbetlerle imtihan ettik, (sonra, seni herbirinden kurtardık.)" buyurdu. (Tâhâ-40) Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; "Biz peygamberler topluluğuyuz. Bizim için belâlar, ecirler gibi, kat kat verilir" buyurdu.

Belâ ve musîbet zamanında sızlanmamalı ve şikâyette bulunmamalı, belâ ve musîbete göstereceği sabırdan dolayı Allahü teâlâ katında kazanacağı ecir ve sevabı gözünün önüne getirmelidir. Allahü teâlânın, sabredenler için hazırladıklarını düşünmelidir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; "Rabbinin hükmüne sabret, çünkü sen, bizim muhafazamız altındasın. (Uykudan veya herhangi bir yerden) kalktığın sırada Rabbine hamd ile tesbih eyle" (Tûr-48) buyuruyor.

Hayırlı işlerde, Allahü teâlâdan yardım dile. Birşey başına gelirse, bu, Allahü teâlânın kaderidir, Allahü teâlâ neyi dilerse yapar, de. Eğer şöyle olsaydı veya böyle olsaydı demekten sakın. Çünkü böyle söylemek, şeytanın açtığı bir kapıdır. İbn-i Atâ: "Belâ ve musîbet zamanında, kulun doğru veya yalancı olduğu anlaşılır. Kim genişlik zamanı şükreder, belâ ve musîbet zamanında da feryâd edip şikâyette bulunursa, o yalancılardandır" buyurdu. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; "(Müşrikler tarafından eziyet edilen) o insanlar sandılar ki, "Îmân ettik" demeleriyle bırakılacaklar da imtihana çekilmiyecekler? Doğrusu biz onlardan evvelkileri de (çeşitli belâlarla) denedik. Allah (imtihan suretiyle, îmânında) sâdık olanları da muhakkak bilecek, yalancı olanları da elbette bilecek" buyurdu. (Ankebût-2, 3). Diğer bir âyet-i kerîmede ise, "Andolsun sizi, muharebe ve diğer meşakkatli şeylerle imtihan ederiz. Tâ ki, içinizden mücâhidleri ve sabır gösterenleri, (îmânında sâdık ve yalancı olanların) haberini meydana çıkaralım" buyuruldu. (Muhammed-31).

Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri buyurdu ki: "Belâ ve musîbet, âriflerin kandili, murîdlerin uyanıklığı, gafillerin de helâkıdır."

Dilin âdâbı: Dilin âdâbı; dâima Allahü teâlâyı anması, kardeş ve dost edindiği kimseleri hayırla anması, onlara dua, va'zu nasîhat etmesi, onlara hoşlanmadıkları şeyleri konuşmamasıdır. Dil, gıybet etmemeli, söz taşımamalı, başkalarını kötülememeli, kendisine lâzım olmayan şeylerle ilgilenmemelidir. Bir topluluk arasında bulunduğu zaman, o topluluk, kendisini alâkadar eden konularda konuşuyorlar ise konuşmalıdır. Eğer kendisini ilgilendirmeyen konularda konuşuyorlarsa, onlarınyanından uzaklaşmalıdır. Her yerde, hâlin gerektirdiği şekilde konuşmalı, yoksa konuşmamalıdır. Denilir ki:"Allahü teâlâ dili; kalbin tercümanı, hayrın ve şerrin anahtarı olarak yarattı." Kalbinin iyiliğini istiyorsan, dilini muhafaza etmek suretiyle kalbine yardımcı ol. Susmak önemli biriştir. Çünkü susmak; câhilin perdesi, akıllının süsüdür.

Kulağın âdâbı: Fuhuş ve şehveti tahrik edip, fuhşa sürükleyen sözleri, dedikoduyu ve her kötü olan şeyi dinlememelidir. Kulak, Allahü teâlânın zikrini, va'zu nasîhatleri, dîne ve dünyâya fâidesi olan şeyleri dinlemelidir. Böyle şeylerden bahsedenleri dinlemek çok güzeldir.

Gözün âdâbı: Haramlardan, insanların ve dostların ayıplarına bakmakdan gözü men etmelidir. Çünkü Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde; "Allah, gözlerin hâin bakışını da bilir, kalblerin gizlediğini de..." (Mü'min-19) buyuruyor. Bakılan şeylere ibret ile, Allahü teâlânın kudret ve azametine, güzel yaratmasına delîl olarak bakmalıdır. Fakat insanın böyle olabilmesi için, kötülüğü emreden nefsin isteklerinden temizlenmesi lâzımdır.

Bir zât şöyle anlatır: "Bir kadına şehvetle bakmıştım. O gece rüyamda bir ses bana şöyle dedi: "Dünyâ benim evim, içindekiler kullarım, kim onlardan birine haksız olarak bakarsa, bana hıyanet etmiş olur." Bu sırada uyandım ve bundan sonra hiç kimseye böyle bakmıyacağıma yemîn ettim."

Ebû Ya'kûb en-Nehrecûrî ise şöyle anlattı: Birgün Kâ'be-i muazzamada tavaf ederken, tek gözü bulunan birisini gördüm. "Allah’ım senden, sana sığınırım" diyordu. Ona "Bu nasıl duadır?" diye sorduğumda, bana şöyle cevap verdi: "Ben, elli seneden beri buradayım. Birgün bir kadın gördüm. Gayet beğendim, ondan lezzet aldım. Bu sırada gözümün üzerine bir tokat indi. O anda gözüm yanağımın üzerine aktı. Ben "Ah" dedim. Bir ses: "Bir bakış, bir tokat karşılığındadır. Ne kadar bakarsan, o kadar tokat atarız," denildi.

Kalbin âdâbı: övülen, kıymetli ve yüksek hâllere riâyet etmek, kötü ve kötülenen işleri zihinden atmak, Allahü teâlânın ihsânlarını ve ni'metlerini, yarattıklarının acâib durumlarını düşünmektir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; "Sağ duyulular o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken ve yatarken (dâima) Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaradılışı hakkında Allah’ın varlığını isbât için iyice düşünürler ve şöyle derler: "Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen bâtıl şey yaratmaktan münezzehsin. Artık bizi Cehennem ateşinten koru" buyuruyor.(Âl-i İmrân-191). Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; "Bir saat tefekkür, bir sene ibâdetten daha hayırlıdır" buyuruyor.

Allahü teâlâ hakkında, müslümanlar hakkında güzel zan sahibi olmak, hasetten, hıyanetten, kötü ve bozuk akidelerden kalbi temizlemek, kalbin edeblerindendir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Hakikatini bilmediğin şeye zan ile tâbi olma. (Ya'nî, bilmediğin şeyi biliyorum deme.) Muhakkak ki, kulak, göz ve kalbin herbirine sahibinin ameli sorulur. (Ya'nî, sahibin senin ile ne yaptı, denir.)" buyuruluyor. (İsrâ-36). Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; "Dikkat ediniz, vücutta bir et parçası vardır ki, o iyi olunca, bütün vücûd iyi olur. O bozuk olunca, bütün vücûd bozuk olur. Dikkat ediniz, bu kalbdir" buyurdu. Sırrî-yi Sekatî buyurdu ki: "İnsanların kalbleri üç çeşittir. Birisi dağ gibidir. Onu hiçbir kötü düşünce ve hiçbir şey onu sarsamaz. İkincisi hurma gibidir ki, onun kökü sabittir. Fakat rüzgâr onu sağa sola sallar. Üçüncüsü, tüy gibidir ki, her çeşit rüzgâr onu götürür, yerinde hiç sabit kalmaz."

Elin âdâbı: Eli, iyilik ve yardımlaşmada, müslüman kardeşlerine hizmette kullanmalı, onunla kötülüğe yardımcı olmamalıdır.

Ayağın âdâbı: Onunla, kendisinin ve din kardeşlerinin iyiliğine olan işlere koşmalıdır. Yeryüzünde kibirlenmeden yürümeli, böbürlenmemeli ve ahdi bozmamalıdır. Çünkü bunlar, Allahü teâlâyı gazaplandıran şeylerdendir. Yine ayaklarla günâha yardımcı olmamak, onun edeblerindendir.

Sohbetin âdâbı: Sohbetin evveli ma'rifet, sonra meveddet (sevgi), sonra ülfet (dostluk), sonra berâberlik, sonra uhuvvettir (kardeşliktir). Sohbet, kalbe rahatlık verir. Eğer sohbet, şartlarını hâiz olursa, en üstün hâllerdendir. Çünkü Eshâb-ı kirâm; ilim, fıkıh, ibâdet, zühd, tevekkül ve rızâ bakımından insanların en üstünü idi. Bütün bu yüksek hâllere, Resûl-i ekremin (s.a.y.) mübarek sohbetleri ile kavuştular.

Aileye ve çoluk-çocuğa karşı olan âdâb: Onlara şevkatle muamele etmelidir. Onların iyi terbiye edilmesine dikkat etmelidir. Allahü teâlânın beğendiği işlere teşvik etmelidir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Ey îmân edenler! Kendinizi ve aile halkınızı öyle bir ateşten koruyun ki, onun tutuşturucusu, insanlarla taşlardır..." buyuruldu.(Tahrim-6) Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde: "Onları terbiye ediniz, onlara dînî bilgileri öğretiniz. Böyle yapmak suretiyle onları ateşten koruyunuz" denilmiştir. Özellikle kişi ehli ile Allahü teâlânın hükmü üzere bulunur. Onlara helâlinden yedirmelidir.

Dost ve din kardeşlerine karşı olan âdâb: Dostlar ve din kardeşleriyle berâber olunduğu zaman, mümkün mertebe onlara uygunluk gösterilir. Dînen mahzuru olmadığı müddetçe onlara muhalefet etmekten, onlara kin beslemekten, gıybet etmekten, onları haset etmekten sakınılır.

Bütün insanlara karşı olan muamelede âdâb: Ebû Damdam gibi olmalıdır. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte: "Sizden biriniz, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz olur mu? O, sabah ve akşam olduğu zaman "Allah’ım! Nefsimi ve şerefimi senin için verdim. Allah’ım! Ben şerefimi kullarına tasadduk (sadaka) ettim. Kim bana söverse, ben ona sövmem. Kim bana zulm ederse, ben ona zulmetmem"der" buyurdu.

Tasavvuf ehlinin âdâbı: Kardeş ve dost edindikleri kimselere hizmet ederler. Onlardan gelen eziyet ve sıkıntılara katlanırlar ve sabrederler. Onlar hakkında hüsn-i zanda bulunurlar. Fakat onlarda Allahü teâlâ ve Resûlünün emirlerine uymayan birşey gördüklerinde, buna mâni olurlar. Herkesin kıymeti, mertebesine göre bilinir. Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi aleyh); “İnsanların ne derecede ve mertebede olduklarını bilmeyen bir kimse, kendi derecesini hiç bilmez. Kıymeti ve derecesi olmayan kimse, başkalarının kıymetini bilmez, onları hafif görür" buyurdu.

Bu yolda olan bir kimse, dostlarında ve sevdiklerinde hoş olmayan birşey görürse, onları ikaz eder. Onlara iyi ve güzel olan şeyleri tavsiye eder. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; "Mü'min, mü'minin aynasıdır" buyurdu.

Onlar herkese derecesine göre muamele ederler. Âlimlere, tasavvuf büyüklerine hürmet ve saygı gösterirler. Onlara hizmette kusur etmezler. Onların işlerini görürler. Bütün insanlara güleryüz gösterirler. Onlara iyilikte bulunurlar. Hz. Âişe buyuruyor ki: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) evde mübarek baldırları (ayak ile diz arası) açık yatıyordu. Hz. Ebû Bekr, daha sonra Hz. Ömer içeri girmek için izin istediler. Resûlullah onlara içeri girmeleri için izin verdi. Onlarla, mübarek baldırları açık olarak, yattıkları vaziyette sohbet ediyorlardı. Bu sırada Hz. Osman içeri girmek için izin isteyince, Resûl-i ekrem oturdu ve örtündü. Hepsi gittikten sonra Server-i âleme neden böyle yaptıklarını sordum. Cevâb olarak; "Meleklerin hayâ ettiği bir kimseden, ben hayâ etmez miyim?" buyurdular.

Onların hak karşısında boyunları eğiktir. Hakkı her zaman kabul ile karşılarlar. Kendilerinden küçüklere şefkat gösterirler. Onları terbiye eder, doğru yolu, fâideli olan şeyleri gösterirler. Onları, kendilerini ilgilendirmeyen şeylerden men ederler. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin Mâide sûresi altmışüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen; "Onların Rabbanîleri (zühdü anlatıp buna da'vet eden âlimleri) ve din âlimleri, niçin onları günâh söylemelerinden ve haram yemelerinden alıkoymazlar. Onların yapmakta oldukları bu san'at (vazgeçirmeyi terk etmeleri) ne kadar kötü!" buyurarak, kendi kavimlerini, yapmakta oldukları kötülükten men etmedikleri için o kavmin âlimlerini kötüledi.

Onlar hocalarına (bağlı oldukları zâta) hürmet ederler, emirlerine uyarlar. Yasak ettikleri şeylerden uzak dururlar. Aslında onlarla berâber olmak, onlara hizmettir. Ebû Mensûr Mağribî'ye, Ebû Osman Mağribî ile ne kadar arkadaşlık ettin? diye sorulunca: "Ben ona arkadaşlık etmedim. Sâdece ona hizmet ettim" cevâbını verdi. Hocanın hizmetini yerine getirmek vâcibdir. Onların emri altında olmaya sabırlı olmalıdır. Zahiren ve bâtınen onlara muhalefet etmeyi terk etmelidir. Onların sözlerini dinlemeli, karşılaştığı bütün durumlarını ona söylemelidir. Hocaya çok hürmet etmeli, içinden ve dışından onun hakkında herhangi bir hususu beğenmemekten sakınmalıdır. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Rabbin hakkı için, onlar, aralarında ihtilâf ettikleri şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden nefsleri hiç bir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe, îmân etmiş olmazlar" buyurdu. (Nisa-65). Denilir ki: "Hoca, talebeleri içinde, ümmeti arasındaki peygamber gibidir." Cüneyd-i Bağdâdî'nin talebelerinden birisi, bir mes'ele sorunca, Cüneyd-i Bağdâdî ona lâzım gelen cevâbı verdi. Fakat talebe Cüneyd-i Bağdâdî'ye karşı çıktı. Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdâdî, "Bana inanmıyorsanız çekip gidin" buyurdu. Bu yolun talebeleri, hocalarına karşı, Eshâb-ı kirâmın (r.anhüm) Resûlullahın huzurunda, Kur'ân-ı kerîmin bildirdiği edeb ve terbiye üzere bulundukları gibi bulunurlar. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; "Ey îmân edenler! (Söz ve hareketlerinizle ileri varıp da) Allah’ın ve Resûlünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Çünkü Allah Semî'dir, Alimdir. Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın ve birbirinize bağırır gibi O'na bağırmayın. Haberiniz olmadan, amelleriniz boşa çıkıverir" buyurdu, (Hucurât-1, 2). Evliyânın bazısı: Kendisini terbiye eden hocasına hürmette kusur eden kimse, bu edebin bereketinden mahrum kalır" buyurdu.

Hoca, kendisine hizmet edenlere nezâketle muamele eder. Onlara dua eder. Enes bin Mâlik (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: "Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) on sene hizmetçilik ettim. Bana bir kere üf demedi. Şunu niçin böyle yaptın, bunu niçin yapmadın buyurmadı."

Tasavvuf ehlinin, garîblere karşı âdâbı: Onlar, garîblere yakın dururlar. Onlara güleryüz gösterir ve iyi muamelede bulunurlar. Yanlarına gidip, onlara hizmette gayret gösterirler. Onların hakkını gözetmekte sabırlı olurlar. Onlar, câhillere de güzel bir sabırla katlanırlar. Onlara iyi muamele ederler. Onlardan gelen sıkıntılara katlanırlar. Onlara şefkat ve merhametle bakarlar. Allahü teâlâ kendilerini onların yerine koymadığı için, Allahü teâlânın kendilerine olan ni'metinin ve ihsânının idrâki içindedirler.

Câhillere karşı davranışları: Eğer câhillerin, istenmedik bir durumlarını görürlerse, onların bu hareketlerine tahammül ve sabrederler. Câhiller onlara, sapık, câhil ve akılsız olduklarına dâir iftira ederlerse, Peygamberlerin, onlara verdiği; "Ey kavmim bende akılsızlık yoktur" şeklindeki cevâbından başka birşey söylemezler. Birisi Şa'bî'yi (rahmetullahi aleyh) kötüledi ve hakkında bazı uygunsuz şeyler söyledi. Şa'bî (rahmetullahi aleyh) ise ona, "Eğer sen, bu sözünde doğru isen, Allahü teâlâ beni affeylesin. Eğer yalancı isen, Allahü teâlâ seni affeylesin" buyurdu.

Onların kendi aralarındaki âdâb: Onların sözlerinde; bu bana, bu sana, bu şöyle olsaydı, böyle olmazdı, niçin yaptın, niçin yapmadın, gibi sözler bulunmaz. Çünkü bunlar, halkın kullandığı kelimelerdir ve onlar, hocaları ne verirse onu alır, ne yap derse, onu yaparlar. Onlar arasında düşmanlık, mücâdele, sürtüşme, alay etme, boş sözler ve gıybet bulunmaz. Onların herbiri kendisinden büyüğe karşı onun oğlu gibi, kendi akranlarına karşı kardeş gibi, küçüklerine karşı baba, ana ve hoca gibidirler.

Onlar cemâat hâlinde olup, namaz kılacakları zaman, kendilerine işlerinde müracaat edebilecekleri, ilim, akıl, himmet ve hâl bakımından en yüksek olan birini imâm yaparlar. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte: "Bir cemaate, Allahü teâlânın kitabını en iyi okutan imâm olur. Eğer bu hususta müsâvi olurlarsa, onların dîni en iyi bileni imâm olur. Eğer bunda müsâvi olurlarsa, en şereflileri, bunda da müsâvi olurlarsa, en yaşlıları, bunda da müsâvi olurlarsa, en önce hicret edenleri imâm olur" buyurdu. Nitekim Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedr ehlini, diğer Sahabeye üstün tutardı. Birgün Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) dar bir yerde oturuyorlardı. Bedr ehlinden bir topluluk geldi. Oturacak bir yer bulamadılar. Server-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem), Bedr ehlinden olmayanları kaldırarak onları oturttu. Fakat bu durum diğerlerine ağır geldi. Bunun üzerine Allahü teâlâ; "Ey îmân edenler! (Peygamber tarafından) size meclislerde "Yer açın" dendiği zaman, hemen yer açın ki, Allah da size genişlik versin. "Kalkın" denilince de kalkın ki, Allah, içinizde îmân ve tâatte olanların derecelerini yükseltsin. Kendilerine ilim verilenler için ise, (Cennet’te) dereceler vardır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (Mücâdele-11) âyet-i kerîmesini indirdi. Sonra onların ahlâk bakımından en güzelleri, sonra hicret bakımından en önce olanları, sonra edebi en iyi olanları imâm olur. Onlara, niyeti ve şefkati en iyi ve samimî olan, en halîm olan, kalben en kuvvetli olan, diyaneti, emâneti en yüksek olan, nefsine ve nefs sâhiblerine ihtimâmı en az olan hizmet eder. Hizmet, hocalıktan sonra ikinci derecede gelir. Denilir ki; "Dünyâya ve nefsinin arzu ve isteklerine esir olan kimse ile arkadaş olma."

Onlar insanların ayıplarını zikretmez. Denildi ki; "Kim insanların ayıplarını zikrederse kendisinin ne olduğunu ortaya koymuş, kendi aleyhinde şâhidlik yapmış olur. Çünkü başkalarını, kendisinde olan ayıpları kadar anlatabilir."

Üç kimse ile berâber olunabilir. Birisi, senin kendisinden dînen istifâde ettiğin kimsedir. Bu kimseye iyi yapış. Diğeri, senin kendisine fâide verdiğin kimsedir. Böyle kimseye ikrâm et. Üçüncüsü, ne kendisinden istifâde edersin, ne de ona bir fâiden dokunabilir. Böyle kimselerle ihtiyâcın kadar bulun. Şeref üç şeydedir. Bunlar; büyüklere hürmet, akranlara hizmet, düşük kimselerden uzaklaşmaktır.

Onlar kibir ve düşmanlığı terk ederler. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Şu âhıret yurdunu (Cennet’i) biz, yeryüzünde ne bir zulüm, ne de bir fesad istemiyen kimselere veririz. İyi akıbet (Cennet, Allah’ın râzı olmadığı şeylerden) sakınanlarındır." buyuruyor. (Kasas-83). Edebli kişi, müslümanlardan birini hakîr görmekten çok sakınır. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîflerinde buyurdu ki: "Kişinin müslüman kardeşini hakîr görmesi, ona şer olarak kâfidir." "Kim bir mü'min erkeği veya mü'min kadını hakîr görürse veya onu fakirliğinden ve sâhib olduğu şeyden dolayı aşağılarsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu rezîl ve rüsvâ eder."

Velî zâtlardan birisi: "Allahü teâlânın kul olarak râzı olduğu kimseden, sen de kardeş olarak râzı ol. O, kendisine kardeşlerinden veya cemâatten birisi kendisine misafir olarak geldiği zaman, ona yiyecek ve içecekten, az veya çok ne varsa takdim eder" buyurdu. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîflerde buyurdu ki: "Kişinin helâkı, yanına kardeşlerinden birisi gelip, evinde olan şeyleri ona takdim etmiyecek kadar onu hakîr görmesidir." "Cemâatin helâkı, takdim edileni hakîr görmeleridir." "Allah için ziyâretleşmek güzel ahlâktandır."

Onlar, konuşmalarıyla nasîhat ederler, insanlara doğru yolu gösterirler. İnsanların âhırette kurtuluşunu isterler. Herkese fâideli olan şeyleri ve onların durumlarına göre konuşurlar. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte: "Biz Peygamberler topluluğu, insanların akıllarına (durumlarına) göre konuşuruz." buyuruyor. Tasavvuf ehli, sorulmayan bir mes'ele hakkında konuşmazlar. Bir suâl sorulursa, soranın hâline ve derecesine göre konuşurlar.

Tasavvuf ehli, san'at edinirler, san'atlarını fâideli işlerde kullanırlar. Maişetlerini ve geçimlerini kazanmak için çalışırlar. Fakat onların bu çalışması, kendilerini zamanı gelince farzları edadan alıkoymaz. Bununla berâber, vakitlerinin çoğunu maişet ve geçimlerini te'min için geçirmezler. Onlar, kuşluk vaktinden, öğle namazına kadar çalışır. Sonra arkadaşlarının yanına dönerler. Ertesi günü kuşluk vaktine kadar, beş vakit namazı onlarla berâber kılarlar. Kazançlarından, çoluk-çocuklarına verdikten sonra, artan birşey olursa, arkadaşlarına verirler.

Onlar, ihtiyaç ve zaruret hâlinin dışında, kimseden birşey istemezler. İstediklerinde de yetecek miktarda birşey isterler. Sâlih kimselerden isterler. İsterken de nâzik ve kibar olurlar. Fakat isterken alçalmazlar. Hadîs-i şerîfte; "Malından dolayı zengine tevâzu gösteren fakire, Allahü teâlâ la'net etsin" buyuruldu. Ca'fer-i Sâdık; "Hiçbir mahlûka açgözlü olarak boyun eğme. Çünkü bu, dinde gevşekliktir. Allahü teâlâdan yardım isteyerek, meliklerin dünyâsına karşı istek gösterme. Rızkı Allahü teâlânın hazinelerinden iste."

Onlar, latife yaparlar, fakat yalandan, gıybetten sakınırlar. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; "Allahü teâlâ doğru konuşarak mizah, latife yapan kimseyi azaba çekmez" buyurdu. Hz.Ali de: "Resûl-i ekrem Eshâbından birisini gamlı olarak gördüğü zaman, latife ile onu sevindirirlerdi." buyurdu. Fazla mizah, özellikle makam sahibi kimselere karşı iyi değildir. Denilir ki; "Şeref sahibi kimse ile mizah yapma, sana kin besler. Bayağı ve düşük kimse ile de mizah yapma, senin aleyhinde iş yapar."

Onlar, ilimlerini açıklarlar. Onlar bununla, karşısındakine nasîhat etmek, onlara fâide vermeyi kastederler. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; "Benim sözümü duyup, onu anlayan ve bunu duyduğu gibi başkasına ulaştıran kimsenin yüzünü Allahü teâlâ ak etsin" buyurdu.

Onlar, başlarına bir musîbet geldiği zaman ağlarlar. Fakat seslerini yükseltmezler, bağırıp çağırmazlar. Resûl-i ekrem de (sallallahü aleyhi ve sellem), oğlu İbrâhim'in ölümü üzerine ağladılar ve "Göz ağlar, kalb mahzun olur. Rabbimizi gazablandıracak şeyi söylemeyiz. Ey İbrâhim! Biz senin için mahzûnuz" buyurdular.

Tasavvuf ehlinin en büyük özellikleri ahlâklarıdır. Âişe'ye (r.anhâ) Resûl-i ekremin ahlâkı sorulduğu zaman, "Onun ahlâkı, Kur'ân-ı kerîm idi." buyurdu. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; "Sen bağışlama yolunu tut, iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir" buyurdu. (A'râf-199).

Hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizin en kötü olanınız, ahlâkı en kötü olanınızdır."

Hilim, tevâzu, insanlara nasîhat etmek, insanların eziyetlerine tahammül etmek, Îsâr sahibi olmak, güleryüzlü olmak, cömert, olmak, ağır başlı olmak, affedici olmak, sözünde durmak, hayâ sahibi olmak, ağırbaşlı olmak, hüsn-i zan sahibi olmak, nefsi hor görmek, dostlara hürmet etmek, âlimlere hürmet etmek, şefkatli olmak, iyilik etmek, küçüklere ve büyüklere merhamet etmek, kendi yaptığı şeyleri büyültmeyip küçük görmek, kendisine yapılan en küçük iyiliği kıymetli görmek gibi güzel hasletler, tasavvuf ehlinin ahlâkındandır.

Hâller, kalbin işlerindendir. Yapılan zikirler sebebiyle kalbe gelir. Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) buyurdu ki: "Hâl denen şey, kalbe iner. Fakat devam etmez. Bu hâllerden muhabbet; Allahü teâlânın sevdiğini sevmek, sevmediğini sevmemektir."

İlmin fazîleti: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; "Allahü teâlâ, kendinden başka ilâh olmadığını, adaleti ayakta tutarak, delillerle beyân eyledi. Melekler ve ilim sahipleri de buna îmân ettiler" buyuruyor. (Âl-i İmrân-18). Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîflerde buyuruyor ki: "Âlimler peygamberlerin vârisleridir." "Âlimin âbide üstünlüğü, benim sizden en aşağı birisine olan üstünlüğüm gibidir."

Kaynaklar 

1) Mir'ât-ül-Haremeyn; cild-3, sh. 142

2) Tabakât-ül-kübrâ; cild-1, sh. 140

3) Câmi'u-kerâmât-il-evliyâ; cild-2, sh. 101

4) El-A’lâm; cild-4, sh. 49

5) Tabakât-üş-Şâfiîyye; cild-7, sh. 173

6) Vefeyât-ül-a’yân; cild-3, sh. 204

7) El-Bidâye ven-nihâye; cild-12, sh. 244

8) Şezerât-üz-zeheb; cild-4, sh. 208

9) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-5, sh. 311

10) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 606